O, hayatına dokunduğu herkeste iz bırakmayı bilen biriydi. Sanatını yalnızca tuvalde değil, gündelik yaşamın her ayrıntısında taşıyan bir insandı. Hayvanların bakışlarını incelikle resmeden fırçası, doğaya duyduğu sevgiyi zarafete dönüştürüyordu. Güzelliği yalnız yüzünde değil, sözlerinde, yaşamında ve dürüstlüğündeydi. Onunla bir araya gelen herkes, yalnızca bir sanatçıyla değil, kalbinin içtenliğini cömertçe paylaşan bir insanla tanıştığını bilirdi. Evre, ardında yalnızca eserler değil; estetiği, merhameti, zarafeti hatırlatan bir dünya bıraktı.
Evet. Evre Başak gitti. Bu cümleyi kurmak içimi acıtıyor. Çünkü onun vefatı yalnızca bir biyolojik son değildi; nefretin, kuşkunun ve sahte öfkenin bir kadının bedenine yüklediği ağırlığın da ipliğini pazara çıkaran bir süreçti. Hastalığın en ağır evresinde, canıyla boğuşurken dahi hâlâ "gerçekten hasta olduğuna" dair kendini ispat etmeye zorlanan bir kadın düşünün. Bundan daha utanç verici ne olabilir
Linç timleri farklı maskelerle sahnedeydi. Kimi yayınında hakaret etti, kimi ekranında kuşku ekti, kimi sözlük başlıklarında yılların öfkesini kusarak kendini tatmin etti. Hepsi aynı imparatorluğun hizmetindeydi: nefret imparatorluğu.
Vefatının ardından gelen "üzgünüm" mesajları bu gerçeği değiştirmiyor. Çünkü merhamet zamanında gösterilmediğinde artık merhamet değildir. Nevşin Mengü'nün gecikmiş sözleri ve özürleri de Jahrein'in "empati duymuyorum" diyerek nefretini kutsaması da aynı sahicilikten yoksun. Biri nezaket maskesiyle, diğeri öfkenin çıplak diliyle konuşsa da özde farkları yok: ikisi de aynı nefret kültürünü büyüttü.
Artık insanlık ipin ucunu kaçırdı. Kötülük hızlı yayılıyor. Teknoloji, kötülüğün hızlandırıcısına dönüştü. Vasatlık ve hoyratlık birkaç tuşla milyonlara ulaşıyor. Linç edenlerin çoğu, aslında ne yaptıklarının farkında değil; farkında olanlar da önemsemiyor. Çünkü bu linçlerden para kazanıyorlar. Reyting, izlenme, takipçi… Ölmekte olan birinin son çırpınışı, onlar için sadece bir içerik.
Ve kötülüğün bir başka kuralı var: Kötülerin sesi daha çok çıkıyor. Merhametli olanlar sessiz, çünkü merhamet gösterişi sevmez. Fakat kötülük bağırır, kendini sahneye koyar, hatta ekonomik kazanca dönüştürür. Çoğunlukla da hedef aldığı kişiler, kendini savunmakta en zorlananlardır: öteki olanlar, azınlık olanlar, zayıf düşenler… Ölüm döşeğinde bir kadının bile linç edilmesi, bu acımasız kuralın kanıtıdır.
Tam da burada Oktay Rifat'ın sözü geliyor akla: "İnsanın insana kinini anlamak zor." Gerçekten de zor. Çünkü bu kin çoğu zaman bir aklın değil, içten içe çürüyen bir kalbin ürünüdür. Kin, açıklanabilir bir gerekçeye sahip değildir, çoğu kez birinin güzelliğine, sanatına, farklılığına, hatta yalnızca varlığına yönelir. İnsan, karşısındakinin ışığını kıskandığında, kendi karanlığını gizlemek için nefretle saldırır.
Merhamet ise bambaşka bir dildir. Sessizdir, gösterişsizdir, kalabalıkların gürültüsüne karışmaz. Ama kalıcıdır, çünkü kökü insanda değil, insanlığın özünde yatar. Nefret bağırır, patırtı koparır, geçici bir güç vehmi yaratır. Merhamet ise uzun vadede sessizliğin gücünü toplar, yavaş yavaş her şeye sirayet eder. Kin, sahibini kemiren bir zehir gibidir; merhametse yaraları sarmaya devam eden görünmez bir el. Ve tarih, hep o sessiz eli hatırlar, gürültüyle var olmaya çalışan kin ise sonunda kendi karanlığında boğulur.
Tarihte bu tabloları gördük. Orta Çağ cadı avlarında gördük. Kuraklığın ve kıtlığın yükünü kadınların üzerine yıkıp diri diri yakan kalabalıklarda. Bu topraklarda da gördük. Varlık Vergisi'nde komşusunun malına çökenlerde, 6–7 Eylül gecesinde cam kırıklarının arasına nefretlerini dökenlerde. O günün pogrom neferleri bugün nasıl hatırlanıyor Utançla. Bugünün sosyal medya linç takımları da aynı utancın öznesi olacak. Çünkü sahte bir nefretin üzerine kurulan imparatorluk uzun ömürlü değildir. Önce kendi kurucularını çürütür, kendi sahiplerini karanlığında boğar.