Yıllardır aynı sözleri dinliyoruz: "Kan dursun, çocuklar ölmesin, Gazze'ye bomba düşmesin." Diplomasi koridorlarında yankılanan bu cümleler, kulaklarımızı okşayan bir müzik gibi tekrar tekrar çalınıyor. Oysa her defasında aynı film oynuyor: milyonlarca barınaksız, aç ve yaralı insanın dramı sürerken masaların etrafında söylenen büyük laflar boşlukta asılı kalıyor. Bu cümleler artık öyle hafifledi ki ticaret gemilerinin ağır gövdeleri altında ezilip parçalanıyor.
Her BM oturumu, her "acil zirve" toplantısı, gerçeğin üzerini örten bir tiyatro dekoruna dönüşmüş durumda. Soğuk protokol jestlerinin ardında açlıktan ölen çocukların fısıltısı duyulmasın diye sahnelenen yapay bir insaniyet temsili… Kınama açıklamaları, diplomasinin oda kokulu salonlarında dağıtılan mendiller kadar işlevsiz. Fakat biz bu edilgenlik tiyatrosundan yorulduk.
Tarih bize bambaşka bir şeyi gösterdi: İnsanlığın en büyük dönüşümleri, devletlerin imzaladığı protokollerle değil, sivil cesaretin kıvılcımlarıyla başladı. Gandhi'nin denizden topladığı tuz, Britanya İmparatorluğu'nun görkemli hukukunu yerle bir etti. Rosa Parks'ın bir otobüs koltuğunda kalkmayı reddedişi, bütün bir anayasal düzenin suskunluğunu bozdu. Güney Afrika'daki boykotlar, tankların değil, işçilerin elden bıraktığı malların gücüyle apartheidi sarstı. Vietnam'da savaşı sonlandıran, masalara yığılan evraklar değil, kampüslerde sessizce büyüyen itirazların kararlılığıydı. Berlin Duvarı, iki blok arasındaki soğuk pazarlıklarla değil, mum ışığında yürüyen insanların sessiz adımlarıyla çöktü. Latin Amerika'da generallerin baskısı, kaybolan evlatlarının isimlerini meydanlarda her gün tekrar eden annelerin sabrıyla aşındı. Hepsinin ortak yanı şuydu: Devletler çoğu zaman arkadan geldi, halk önden yürüdü.
Filistin meselesi bu hakikatin en çıplak hâli. Devletler "denge" gerekçesiyle çekimser kaldığında, zulüm karşısında sessizliğe gömüldüğünde ve diplomasi her şeyi ertelediğinde, sivil girişimler sahneye çıkar. 2010'da Mavi Marmara bunun en somut örneğiydi. Dünyanın dört bir yanından insanlar "Gazze'ye ilaç, yiyecek ve umut ulaştıracağız" diyerek yola çıktı. Karşılarında diplomasinin görmezden geldiği çıplak şiddet vardı. Bedeli ağır oldu, canlar kaybedildi ama o an dünya başka bir gerçeği gördü: Devletlerin cümlelerle örttüğü karanlık, gönüllülerin cesaretiyle gözler önüne serildi.
Bugün aynı irade Sumud filosunda vücut buluyor. Büyük devletlerin donanma gemileri değil, gönüllülerin doldurduğu küçük tekneler Akdeniz'e açıldığında, diplomasi masalarının yapamadığını yaptılar. Uluslararası sularda tacize uğradılar, dronlarla tehdit edildiler, haberleşmeleri kesildi. Fakat küçücük tekneler, devasa ticaret gemilerinin gölgesinde görünmez kalmadı; aksine cesaretleriyle yeni bir gündem yarattı.
Ve bu cesaretin yankısı, beklenmedik bir yerden, İtalya'dan geldi. Ülkenin en büyük sendikaları yalnızca açıklama yapmakla yetinmedi; işçileri üretimden çekti, liman kapılarını kapattı, vinçleri susturdu, trenleri durdurdu. İtalya'da sadece pankartlar değil, ekonominin damarları da Filistin için kilitlendi. Bu, modern çağın en güçlü sivil tepkilerinden birisi şüphesiz. Çünkü diplomatik nutukların edilgenliğine karşılık, grev somut bir baskı aracına dönüştü. Liman işçisinin yük indirmeyi bırakışı, fabrikada makinelerin susması, devletlerin bitmek bilmez müzakerelerinden çok daha etkili bir mesaj verdi: "Bu zulmün parçası olmayacağız."