Siyasette mağduriyet iktidar arzusunun başka bir biçimde anlatılmasıdır. İlk bakışta masum görünen bu dil, zamanla yarayı iyileştirmekten çok o yaranın etrafında örülen duygusal sadakati besler ve toplumu hakikat arayışından uzaklaştırır. Türkiye'de yıllardır tekrarlanan "mağduriyet" söyleminin böylesine etkili olmasının nedeni de budur.
Muhafazakâr hafızanın geçmişte yaşadığı dışlanmışlık duygusu bir kimliğe, ardından bir siyasi sermayeye dönüştü ve iktidarın meşruiyetinin en güçlü dayanaklarından biri hâline geldi. Bugün ise tablo tamamen değişmiş durumda. Artık mesele eski yaraların hatırlatılması değil, iktidarın kendi eliyle mağdur ettiği kişilerin üzerinden dahi yeni mağduriyet hikâyeleri devşirebilmesidir.
Ekrem İmamoğlu hakkındaki iddianamenin, hukuki olmaktan çok siyasal bir mesaj niteliği taşıdığı oldukça aşikâr. Bu durum, toplumun en sıradan ferdi tarafından bile görülebilecek berraklıkta. Ne var ki iktidar, kendi müdahalesinin dahi kurbanıymış gibi davranabilecek bir maharet geliştiriyor, enfes bir win win siyaset. Yargının siyasallaşmasını eleştirenlere karşı "bizi yargı süreçlerine karıştırmaya çalışıyorlar" diyerek, gücünü mağduriyet kılığına sokan bir söyleme yaslanmak en allame siyasetçinin dahi aklına gelmez belki de. Bu, yalnızca mağduriyetin araçsallaştırılması değil, mağduriyetin iktidar tekniğinin ta kendisi hâline gelişi. Bir dönem gerçekten yarası olanların dili, bugün yaralamayı sürdürenlerin zırhına dönüşmüş durumda.
Bu noktada muhalefetin rolü, hakikati görünür kılmaya çalışmanın çok ötesine geçmek zorunda. Çünkü mağduriyet söylemi yalnızca iktidarın maharetinden beslenmiyor, muhalefetin yıllardır aşamadığı o muhafazakâr mesafe tarafından da canlı tutuluyor. Kılıçdaroğlu'nun 2017'de başlattığı helalleşme, bu mesafeyi kırmaya yönelik cesur bir girişimdi. Muhafazakâr hafızanın ağırlığını ilk kez bir muhalefet lideri sahici bir dille kabul etti ve bu, Türkiye siyasetinde az rastlanan bir kırılma ihtimali doğurdu. Fakat aralanan kapının içi hiç görülemedi. Çünkü muhalefet tam bu duygusal derinliğe temas edecekken bütün enerjisini, iktidarın ardı arkası kesilmeyen haksızlıklara karşı savunmaya ayırmak zorunda kaldı. Helalleşmenin yarattığı o kırılgan ve değerli temas, her yeni krizde, her yeni soruşturmada, her yeni yargı hamlesinde ikinci plana itildi.
Muhalefet hafızayı dönüştürecek dili kurmaya çalışırken bir yandan da iktidarın siyasi mühendisliğine karşı sürekli yangın söndürmekle meşgul kaldı. Sonuçta muhafazakâr seçmenin tarihsel hafızasını yeniden yazabilecek o derin dil şu ana kadar tam anlamıyla inşa edilemedi; çünkü siyasal zemin buna fırsat tanımadı.
Diğer husus muhalefet, muhafazakâr kitleyle temas ettiğini düşündüğü her anda aslında seçmenin "adil davranan devlet özlemini" okşadı fakat kimliksel incinmişliğin derin damarına nüfuz edemedi. Etmiş olsaydı muktedir hâlâ "28 Şubat'ta bize bunları yaptılar" cümlesini hiç zorlanmadan, bıkmadan, sıkıştığı her anda dolaşıma sokamazdı.
Özgür Özel'in gazetede gerçekleştirdiğimiz toplantısında bu hafızayı dönüştürecek yeni bir siyasal zemini kurmaya çalıştığına ikna oldum. Fakat şu da bir vakıa ki iktidarın geçmiş acılardan devşirdiği ahlaki üstünlük iddiası varlığını hala daha koruyor. İktidar, yıllardır en yüksek getiriyi sağladığı o mağduriyet tezgâhını kapatmış değil. Mağduriyeti bir hakikat arayışının değil, tekrar eden bir ritüelin dili olarak kullanıyor. Bu ritüel, topluma her defasında aynı hikâyeyi yeniden sunuyor ve yarayı iyileştirmek yerine o yaranın duygusal etkisini sürekli canlı tutuyor. Böylece güç, kendisini mazlumun yerine koyarak kendi kusurlarını görünmez kılıyor.

4