Ah Türkistan

Geçen senelerde sosyal medyada Uygur Türkü bir dedenin ağlayışına tanıklık etmiştim. "Şu sokaklarda gezen köpekler bile bizden daha iyi durumdadır" diyordu. O kaydı, o suratı, o ağlamayı hiç unutmuyorum. Bu yazıyı bu ezilen vicdanın parmaklarıyla yazıyorum.

Tarih, yalnızca zaferlerin şanlı sayfalarını değil, aynı zamanda utançların ağır izlerini de saklar. Çin ile Türk toplulukları arasındaki gerilim, Han ve Tang hanedanlıklarından bu yana sürüyor. Göçebe kavimler, kuzey sınırlarını tehdit eden bir unsur olarak görüldü. Surlar örüldü, seferler düzenlendi, asimilasyonun tohumları atıldı. Dün askeri bir meseleydi, bugün kültürel ve ideolojik boyutlara taşındı. Doğu Türkistan'da yaşananlar, kadim bir karşıtlığın dijital çağın aygıtlarıyla yeniden vücut bulmuş hâlidir.

Bir milyondan fazla Uygur ve Kazak, 2017'den bu yana "yeniden eğitim" adı verilen duvarların ardında tutuluyor. Özgürlüğünden koparılan bu insanlar, hafızalarından da soyuluyor. Kendi dilini konuşmak suç, dua etmek tehlike, kimliğini evladına bırakmak yasak. Zulmün en ağır yükü ise kadınların bedenine kazınıyor. BBC'nin kaydettiği tanıklıklar, zorla kısırlaştırılan, doğum kontrolüne zorlanan, cinsel şiddete maruz bırakılan kadınların hikâyelerini aktarıyor. Bir annenin rahminde kurulan denetim, aslında bir milletin geleceğini susturmak için kurulmuş alçak bir düzen.

Birleşmiş Milletler raporları bu uygulamaları "insanlığa karşı suç" olarak kayda geçirdi. Uygurların fabrikalardan tarlalara kadar pek çok sektörde zorla çalıştırıldığı ispatlandı. "Xinjiang Polis Dosyaları" ise binlerce fotoğraf ve tanıklıkla bu karanlığın arşivini açığa çıkardı. Bunca kanıt ortadayken, Çin hâlâ "eğitim" ve "kalkınma" söylemine sarılmaya devam ediyor. Asıl acı olan, bu inkârın yalnızca Pekin'den değil, içimizden de yükselmesidir. Kalemini satmış troller, "orada kötü bir şey yok, hayat olağan" diyerek mazlumun çığlığını bastırmaya çalışıyor. Hakikati örtmek, zulmün en tehlikeli biçimidir, sessizliğe inkârı eklemek, zalimin suçunu temize çekmektir.

Türkiye'nin Pekin'le giderek derinleşen ilişkileri, ekonomik ve jeopolitik kazançları öne çıkarıyor ancak insan haklarının bedelini görmezden geliyor. Bugün medyanın dili, propagandanın ve diplomasinin gölgesinde şekilleniyor. Türk medyasının, Pekin'in istediği biçimde "Xinjiang hikâyesini iyi anlatma" söylemine eklemlenmesi, yalnızca Türkiye'de değil, küresel ölçekte de algıyı biçimlendirme gücüne sahip. Bu anlatının üst düzey diplomatik ziyaretlerle pekiştirilmesi ise, hükümetin bu çerçeveyi benimsediğinin işareti. Oysa bu strateji, algıyı çarpıtarak gerçeği unutturmakla kalmıyor; zulmü, ekonomik iş birliği ve kültürel alışveriş maskesi altında normalleştirme tehlikesi taşıyor.

Tam da burada Türkiye'nin tavrı ağır bir imtihana dönüşüyor. Çin'e yapılan ziyaret ekranlarda "ekonomik iş birliği, ticaret dengesi, teknoloji yatırımı" diye parlatılsa da geriye kalan yalnızca derin bir burukluk… Çünkü bir halkın çığlığını duymadan imzalanan her anlaşma, yalnızca diplomasi masasına değil, vicdanların hafızasına kazınıyor. Onurun unutulduğu yerde, kâğıt üzerindeki kazanç aslında kayıptır.

Bunu ilk kez yaşamıyoruz. Daha düne kadar Filistin enkaz altındayken, İsrail'e destek çıkan şirketler savunma fuarlarında ağırlandı. Gazze'de çocuklar toprağın altına gömülürken kırmızı halılar serildi. Diplomasi diye diye bir noktadan sonra geriye yalnızca utanç kalıyor. Bugün Çin'le kurulan ilişki de aynı sisli yolun başında duruyor. Ekonomi, strateji, yatırım… İyi de hangi yarayı sarıyor Mazlumun yüzüne bakamayacak bir devletin hangi çıkarı değerli olabilir

Diplomaside yapılan yanlışlar yalnızca günü değil, kuşakları çürütür. Gençlerin eline umut yerine utanç bırakır. Gerçi "daha ne olabilir" dediğimiz günlerin sabahına uyansak da her gün, tarihin de kendine mahsus bir kaidesi vardır. Hatırlayalım; Osmanlı'nın son döneminde yapılan kör ittifaklar yüzünden Balkanlar'dan Arap topraklarına kadar nice yurt kaybedildi. Kaybolan yalnızca toprak da değildi, güven duygusuydu, adaletin ağırlığıydı.