Kur'an'ı hayatımıza taşımak kolaydır

Ramazan-ı Şerif ve şeair ile ilgili yazılarımıza, bazı haklı serzenişler oldu

Şikâyet ettiğimizi ve çare göstermediğimizi söylediler... Kur'ân'ın zamanımıza yansıyan mesajını Risale-i Nur'dan okuyanlar bilirler ki, İslâmiyet her müşkülümüzü halletmiş. Maksadımız önce problemin mahiyetini teşrih, yani menfiden müsbete gitmekti.

Ülkemizde sosyal hayatımız üzerindeki kavganın tarihi eskilere dayanıyor. Belki de on dokuzuncu yüzyılın sonlarına veya yirminci yüzyılın başlarına. Bediüzzaman ile Ezher şeyhinin Ayasofya çayhanesindeki, Avrupa ile Asya'nın veya Osmanlı'nın kültürel mübadelelerine dair diyaloğu gerçekleştiğinde, bahsettiğimiz hayat üzerindeki kavga, çoktan uç vermişti. Elbette Birinci Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyetimizin bu ayrışmayı hızlandırdığını biliyoruz.

Zamanımıza gelince... Zahiren hür ve serbest olduğumuz söylense de; derin, hilekâr ve münafıkane usullerle, hürriyetlerimizin elimizden alındığını biliyoruz. Zira depreştirmiyorlar. Daha açık ifade ile, ülkemizi hürriyet ve demokrasi yolunda yakalayan haramiler, kırk küsur senedir aynı şarkıyı tekrarlıyorlar. Geçmişteki Kemalist istibdat ile veya Kemalizm'in sebep olduğu kargaşa ile milleti sürmenaja uğrattılar... İlk günlerdeki cebrî istibdatlarını, sivil Marksist kapitalistlerin yardımıyla rüşvet, nifak ve keyfilik ile devam ettiriyorlar. En acı olanı ise; dini sosyal hayatın her karesinde temsil edecek ve milletin evladına doğru İslâm'ı anlatacak ve güzel ahlâkta numune olacak dinî cemaatlerimizin çoğu da, bu rüşvetlere aldanarak temsil kabiliyetlerini kaybettiler... Her şey, hürriyetin menfaatle mübadelesiyle başladı. Yani ekmek hürriyete tercih edildi. Sonra onları, iç daireden dış daireye doğru, küresel cereyanlara eklemleyip pis siyasetlerine alet ettiler. Böyle olunca, dinî hayat, şahsi daireden ta en dış daireye kadar, başka hayatlara tercih edilmiş oldu. Hem dinî cemaatlerimizi hem de oralardaki samimi insanlarımızı rencide etmemek için, oldukça mücerred ifadelerle anlatmaya çalıştığımız hikâyenin özü ise; kaybettiğimiz hürriyetlerimizdi. Hürriyetlerini kaybeden insanların elbette ne bağımsızlık ne de demokrasi davaları olacaktı.

Dindarlarımız veya dinî cemaatlerimiz hürriyet yerine ekmeği tercih etmemeliydiler. Gayeleri Allah rızası ve hedefleri ahiret olan bu insanların, darbeci Kemalistlerden ve Marksistlerden korkmamaları gerekiyordu. Zira kaybedecekleri bir şeyleri yoktu. Ve öyle de kalmalıydılar. Tıpkı Bediüzzaman gibi... Said Nursi'nin bilhassa Kemalistlerin rüşvetlerine ve dünyevi tekliflerine nasıl cevap verdiğini biliyorsunuz. Yalnız Kemalistlere değil; onlardan önce Sultan Abdülhamid'e ve Abdülhamid'inkinden sonraki makul ve cazip tekliflere... Şu hususun altını çizmeliyiz: Kemalistler, hayatlarının en büyük rüşvetlerini ve cazip tekliflerini kendilerince tavizlerini Bediüzzaman'a yaptılar: Ayda üç yüz altın maaş... Mecliste vekillik... Şarkta umumi vaizlik... En büyük emeli olan Medresetüzzehra'nın inşası ve Ankara'da ikamet edeceği bir köşk... Neticeyi hepimiz biliyoruz. İşte, Türkiye'mizde İslâmiyet'i hayata aktarmak isteyen ve bin senelik Kur'ân bayraktarlığımızı devam ettirmek isteyen bütün dinî cemaatlerimizin tekrar başa dönmeleri gerekiyor.