Tek adam rejimi mi, komite diktatörlüğü mü

Sizin de dikkatinizi çekiyor mu Son zamanlarda, istibdadı tarif etmek isteyenler daha çok "tek adam rejimi" veya "riyaset-i şahsiye" ifadelerini kullanıyorlar.

Zahiren doğru, kulağa da hoş geliyor. Gel gör ki, içinde bulunduğumuz Âhirzaman'da, cihanşümul müstebit dinsizlik cereyanları, ferde değil, cemaatlere dayanarak çalışıyorlar. Onlardaki tahribatlarda veya istibdatlarda "riyaset-i şahsiye" dediğimiz, fertlerin istibdatlarıyla olan şekilden ziyade; oluşturdukları şahs-ı manevîleri temsil eden komitelerle icraatlarını yapıyorlar. Zahiren fertler sahnede görünse de, her türlü çalışmalarında şahs-ı manevînin kuvvetli hâkimiyetini görebiliyoruz.

Bediüzzaman'ın Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte tanımladığı ahirzaman dilimindeki mücahedenin yeni hali de, ferdin istibdadını nazara almıyor. İstibdadın dünya çapında teşkilâtlı ve farklı ilgilerle bir araya gelerek cemaatleşmiş mücadelesini esas alıyor. Devletlerin ve milletlerin güçlerini aşacak cihanşümul oluşumlardan bahsediyor, Said Nursî... Ve nitekim zamanımızdaki belli özel şirketlere ait sermayenin, devletlere ve milletlere tahakküm edecek seviyelere çıktığını hepimiz biliyoruz. Dünyadaki bütün savaşların ve mücadelelerin küresel cereyanlara dayandığı günümüzde, yanlış olarak ferdî istibdadı öne çıkararak şikâyette bulunmanın neden hatalı olduğunu, iki zahirî sebebe bağlıyoruz. Bu sebeplerden biri, demokrasinin gereğini yapmaktan uzak diktatörlerin, birlikte çalıştıkları küresel cereyanları bilememesitanıyamaması olabilir. Veya o diktatörler, şerrinden korktuğu o dünya çapındaki cereyanı deşifre etmekten imtina ediyor. Meselâ Çin rejiminin geleneksel kimliği komünistlik olduğu halde, onun günümüzdeki uygulamasına bazıları "otoriter cumhuriyet" veya "kapitalizm" dediklerinde, muhataplarımızın, Çin'i emrine almış cereyanlarla yüzleşmemek üzere, uydurulmuş yeni kimlikleri kullandıklarını anlıyoruz. Fakat hakikat değişmiyor. Müstebit, semavî dinler düşmanı, Sovyetlerdeki Bolşevikler kadar insaniyetten uzak olan günümüz idarecileriyle karşı karşıya gelmemek için, bilerek hakikati kendilerince gizliyorlar.

Mevzubahsimiz elbette Çin değildir. Kırk küsur seneyi aşan zaman içinde, rejiminin tanımını yapamamış Türkiye'den bahsediyoruz. Günümüz AKP hükümetini "tek adamlılıkla" suçlayanlar, iktidar içindekiüstündeki komite istibdadını gözden kaçırıyorlar. AKP'nin; kapitalist Marksistlerce elli küsur sene önce hazırlanmış bir projenin unsuru olduğunu söylemeden, suçlamayı parti başkanına yöneltenler, yarım asırlık cinayetleri, bu cinayetlerin faillerini; ülkenin kayıplarını, çalınmış istikbalini ve talan edilmiş halini efkâr-ı ammeden kaçırmış oluyorlar. Çaktırmadan, reis-i cumhuru, olağanüstü dâhilikte ve yüzlerce tahribatın başında gösteriyorlar.

12 Eylül'ün faturasını AKP'ye yazacak değiliz. Hatta bu faturanın tamamını ANAP'a da yıkamayız. Pentagon'un emrindeki ihtilâlci MarksistKemalist subaylara en büyük hisseyi vermeyecek miyiz Türkiye demokrasisini idama götüren bu ihtilâlin ülkeye ve millete bıraktığı hasarın tesbitini yaparken, toptancı davranmamak da dinimizin bir temel prensibidir. Hataların ve günahların başa verilmesi gerektiği prensibini biliyoruz. Gel gör ki, zamanımızda bireycilikferdiyetçilik her zaman başı temsil etmiyor. Bir cemaate, cereyana veya projeye dâhil olan yetkililerin dayandıkları noktaları gizleyenlerin, dolaylı olarak, insaniyete zarar veren tahribatçıları gizlediklerini de söyleyebiliriz. Özal'ın hulûs-u kalp ettiği şahs-ı manevîsinin (Neoliberallerin küresel önderleri Thatcher, Kohl, Reagan gibi kişileri hatırlayalım) kimliğini saklarsanız, mazlum ve mağdur milletimizin gözünde Özal'ı kahramanlaştırırsınız. AKP kurmayları için de aynı mantık geçerlidir. 12 Eylül'ün, Neoliberal-Neocon ittifakının ve Dünya Ekonomik Forumu'nun mahiyetini anlatmadan AKP'nin parti tavanına yapacağınız tenkidler, milleti ümitsizliğe düşürür.