Müslüman'ın genel tavrı

Zaman zaman bu köşede İslâm/Ehl-i Sünnet âlimlerinin nesebi, hasebi, eseri ve fikirlerini aktarmaya çalışıyoruz. Tarihi bir şahsiyet anlatılırken "nesebi, hasebi ve eseri" tam olarak ortaya konulmalıdır ki şahsiyetin tam kimliği ortaya çıksın.

Nesebi derken, soyu, ait olduğu aile, çevre ve yetiştiren ailenin özellikleri kastedilir. Hasebi ise kişinin kendine mahsus özellikleri, şerefi, asaleti, ahlakı ve tavırları, günümüz tabiriyle kırmızı çizgileridir. Eseri ise vefât eden kişinin fikirlerini öğrenmek için en kestirme yoldur.

Bu köşede, İslâm/Ehl-i Sünnet âlimlerini tanıtmaya çalışıyoruz. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.), "… Dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin" (Sahih-i Müslim, Mukaddime, 7) buyurmaktadır. Öyleyse dinimizi kimlerden aldığımıza, kimlerden öğrendiğimize dikkat etmek zorundayız.

Peygamberimiz (s.a.v.), Abdullah b. Ömer'e şöyle tavsiyede bulunmuştur: "Ey İbni Ömer! Dinine sahip ol, dinine sahip çık. O senin etindir, kemiğindir. Onu kimden öğrendiğine dikkat et. İstikamet üzere olan kimselerden al, eğri büğrü olanlardan değil."

Bu yüzden biz de dinimizi öğreneceğimiz şahsiyetleri hatırlatıyoruz. Şimdiye kadar çok önemli şahsiyetleri bu köşede hatırlattık. Birkaç yazıdır Ali Nar Hocamızı anlatmaya, hatırlatmaya çalışıyoruz. Hem vefât yıl dönümü olması hem de üzerimizdeki emeği ve hakkını yerine getirmek gayesiyle bugün de Ali Nar Hocamızın yıllar önce (1988) yazdığı "Aşkın Tavrıyla Müslüman-Müslüman'ın Genel Tavrı" yazısını aktaracağız inşallah.

Müslüman'ın genel tavrı

Müslüman'ın tavır ve tutumu, nizamının programı gereği olması tabiidir. Nizamın emredeceği, yani bağlılarının izlemesini istediği metoda da, o nizamın diyalektiği demek gerektir... Öyleyse Müslüman'ın diyalektiğinin ilk maddesi; "Hepimiz, toptan Allah'ın düsturuna elbirliğiyle tutunun, ayrılmayın ki; gücünüz kaybolmasın!" (Al-i İmran; 105) mealindeki ayetin öğrettiği anlam ve kesinlikle "Birlik"tir.

Biz bunu, günümüzün düşünebilen mü'minler için müşterek çilesi olarak ve çok hafif dozuyla alırsak, hiç değilse saldırmazlık diye temenniye bağlıyacağız. Yani, hadi bir araya toplanmasından geçtik de, Müslümanlar, dış güçlere ve iç fitnelere alet olmamak bakımından, birbirine saldırmasa, birbirine engel ve köstek olmasa yine müşterek bir tavır içine girmiş olurlar. Ve böylece de müşterek düşmana yüklenilmiş olacağından güç birliği doğar... Bunun ilmi tabiri "velâ" dır. Müslüman'a ve davasına sahip çıkması ödevi demektir...

İkinci ölçü de bizce, "Küfür bir millettir!" ikazına hassasiyet göstermektir. Öyleyse Müslüman olmayan herkes düşman cephededir bir kere. Bir de İslam'a karşı olduğu kesin olarak belli olursa, bir kişi veya grubun; arlık o tiplerin gölgesinden uzak durmak Müslüman'a vacip olur! Buna da "Küfürden teberri-arınma" denir. Müslümanlığını iddia edenlerin, bu tip ve hiziplere yaklaşması da ayniyle Müslümanların aleyhine davranış olsa gerektir. Bu davranıştaki Müslümanların birinci ödevi, derhal düşman tipleri terk edip Müslümanların genel arzusuna yönelmektir.

Ve madde madde öbür ölçüler:

Soluyan bir serçeye acıyacak kadar ince kalpli olan İslâm insanı, nizam yıkıcısının kalbine kurşun akıtacak kadar ürpertisizdir. Bu da, "Allah için sevmek ya da buğzetmektir."

Suça uygun ceza mutlaka verilir. Tevbe ise affettiricidir. Bu da "adalet ve fazl"dır.

İki gün eşit tempoda gidemez, mutlaka sonraki günün iş ve atılımı, öncekini geçecek veya ona bir şey eklemiş olacaktır, bu da "salih amel".

Kişilik belirtisi (temyiz-hayrı şerden ayırma) ile birlik kötülüğü silip, İslâmî biçimde doğruyu hâkim kılma, savaş ve ödevi başlar. Ve derece derece (güç ve imkâna göre) sorumluluk var. "Bu da cihad ya da "emr-i ma'ruf nehy-i münker".

Başta gördüğümüz birlik ve beraber hareket, üstünlüğün en esaslı şartı. Bu da danışma (şûra) ile ve müşterek kültürle olur. O da Kur'ân okuyarak başlar. Öbür kaynaklar da birlikte hazmedilir. Bu da ilme başvurusu olsun...

Fert ve toplum olarak, erken uyuyup erken kalkmak şiardır, şahsiyetci nizamda. "Aydınlık Medeniyeti" böyle kurulmuştur. Nizamın yapısı da, ibadetlere kadar hep bunu gerektiriyor... Bu da zaman disiplini.

Tehlike diye bir şey yoktur. Ve atılmaz, şahsiyetli olan tehlikeye. Çünkü tehlike; çalışmamak, tedbir almamak, uyanık olmamak, malını nizamı için feda etmemektir. Bunlar yapıldıktan sonra, mü'min için endişe kalmaz. Gelecek, artık kader gereği olur! Tedbir ve tevekkül de böyle...

Bu nizamın bağlıları, o şahsiyete ermiştir ki, tek başınaymış gibi, nizamın selâmetini kollar. Tek sorumlu kendini bilir ve nizam bozulmasın diye kendisini denge unsuru olarak feda eder. Her iyilikte, kendisini, örnek olmaya hazırlar. Üstün örneklik cehli.

Sabır, asıl vasıftır kişiler için. O da çileye tahammül ve sürekli kontrollü, ölçülü, verimli eylemdir. Rızaya uygun iş, salih amel. Dirençtir bunun adı.

Devlet tepeden inmez, dipten gelir. Taban ihtiyaç duyarsa, başına, kendine uygun yönetim getirir. Okumuş, okumamış ama insan yönetimini bilen, Hakkı tevzi eden, adaleti gerçekleştirip şahsîyetçi nizamı yaşatan kadro başa geçer. O da kadrosunu kurar. Bey'at adı.

Hükümetler, nizamın kitabı ve sünnetin izahına uygunluğu ölçüsünde hükümlerle yürür. Hükümler de bu ölçüyü korur. Keyfî içtihat yasaktır.

Başa itaat esastır. İnancı tam, bilgisi ve tecrübesi yeterli, yaratılışı elverişli, samimiyeti sabit baş, ehildir. Irkı ve soyu ne olursa olsun, itaat şarttır. İtaat etmeyene itaat olunmaz bu mânada. Bu da "itaat" olup, yönetilenin ödevidir. Nizam, önce eğilim ile gönüllerde kurulmuş, kutsallaştırılmıştır. Bu anlamda da devlet mukaddestir.

Kalkınmada, fert (şahsiyet) esas, devlet ikinci gayedir. Fert dilediği kadar zengin olur, ama -gerektiğinde devleti malı ile koruma borcuyla- harcama işinde ise yerler bellidir. Meşru olan nizamın gösterdiği sarf yerleridir. İsraf haramdır.