Güçlü bir orta sınıf yoksa kültür ve sanat gelişmez, demokrasi kök salmaz…
"Burjuva" sözcüğü dilimize XIX. yüzyıl başlarında Fransızcadan girmiştir. Kökeni Roma İmparatorluğu dönemine kadar uzanan bu niteleme, Batı dillerinde surlarla çevrili, korunaklı bir alanda (burg) yaşayan "Kentli" anlamında kullanılmıştır. Zaman içinde ise kentte yaşayan, eğitimli ve varlıklı bir sınıfı tanımlamak amacıyla kullanılır. Bizim kuşağımız, "Fransızcadaki 'Bourgeoisie' kelimesinin Türkçe karşılığı olan 'Burjuvazi', üretim ve mübadele araçlarını mülkiyetinde bulunduran, ücretli emeği sömürerek yaşayan ve artı değere sahip çıkan sınıf olarak tanımlanır." sözleriyle yetişti. Bazı arkadaşlarımız hâlâ burjuvaziyi, asalak, insanları sömüren bir sınıf olarak görmeye devam ediyor. Ancak bugün gelinen noktada, ülkemizde etkin bir burjuva sınıfının bulunmayışının yarattığı sıkıntıların, neredeyse hepimizi rahatsız ettiği açıktır.
Sözlüklerde burjuvazi
İlhan Ayverdi, "Misalli Büyük Türkçe Sözlük"te burjuvayı; "Avrupa'da eskiden asillerle köylüler arasındaki şehirliler sınıfına verilen isim. Kendi başına iş sahibi olup üretim yapabilen, oldukça geniş ve rahat yaşam imkânlarına sahip kimselerin ve yaşayışları, seviyeleri bakımından bunlarla birlikte olanların meydana getirdiği sosyal sınıf, orta sınıf" olarak açıklamaktadır. "Türk Dil Kurumu Sözlüğü" ise burjuvayı; "Şehirde yaşayıp özel imtiyazlardan yararlanan, orta sınıftan olan, kentsoylu" şeklinde tarif etmektedir.
Avrupa'da burjuvazinin yükselişi
Fransız Devrimi'nde ön saflarda yer alan burjuvazi, Amerikan Devrimi'nin de itici gücünü oluşturur. Yeni bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkan kentli insan, kendine soylular ve köylüler arasında yer bulur. Özellikle Sanayi Devrimi'nin etkili olduğu XIX. yüzyılda ise kentsel yaşam biçimini büyük oranda burjuva belirlemiştir. İlk Çağ'dan itibaren şehir yaşamı geliştikçe ve bağımsız şehirlerin sayısı arttıkça, soylu ya da ruhban sınıfa mensup olmayan kentliler toplumsal yaşamda kendilerine yer edinmeye çalışırlar. Roma hukukunda şehir halkı; patrici (aristokrat), pleb (avam), cliens (yanaşma) ve servus (köle) olmak üzere dört ana grupta değerlendirilmiştir. Başlangıçta yalnızca patricilerin kabul edildiği atlı sınıf, zaman içinde pleblerin de kabul edildiği ve başarılı pleblerin patrici sınıfına geçtiği bir uygulamaya dönüşmüştür. Buna karşın, şehir devletlerinin yaygın olduğu erken Mezopotamya kültüründe benzer bir sınıfın varlığına dair yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Şehir devletleri ve toplumsal yapı
Roma İmparatorluğu'nun özellikle Avrupa'daki etkisini yitirmesinin ardından, bazı krallıklar ortaya çıksa da özellikle İtalya, Almanya ve onların çevresindeki bazı bölgelerde bağımsız şehir devletleri oluşmuştur. Çoğunluğu seçimle iş başına gelen yönetimler tarafından idare edilen bu şehir devletlerinin önde gelenleri arasında Floransa, Pisa, Venedik ve Cenova sayılabilir. Orta Çağ'da şehir devletlerinde belirgin bir sınıfsal ayrım söz konusudur. Şehirde yaşayanlar; yurttaşlar, metekler (yabancılar) ve köleler olarak sınıflara ayrılmıştır. Köleler hiçbir hakka sahip değildir, yalnızca bir üretim aracı olarak görülürler. Metekler ise ticaret, ekonomi gibi nedenlerle gelmiş ve yerleşik hayata geçmiş yabancılardır. Özgür olmalarına rağmen, yurttaşların sahip olduğu bazı haklardan yoksun bırakılmışlardır. Yurttaşlar ise özgür, siyasal yaşama katılan ve bağımsız bireylerdir.
Zaman zaman bir imparatorluğa veya krallığa katılan bu küçük devletçikler, çoğunlukla bağımsızlıklarını muhafaza etmeye çalışmışlardır. Kendilerini koruyacak düzenli bir orduya sahip olmayan veya olamayan bu yönetimlerin varlıklarını sürdürebilmelerinin tek yolu, zenginleşmek ve kazandıkları ekonomik güç ile kendilerini koruyacak bir hami bulmalarıdır. Ya bedel ödeyerek varlıklarını sürdürecekler ya da bir aristokratın kulu olacaklardır.
Ancak, Fransız Devrimi'nin niçin böylesi bir kültüre sahip şehirlerden değil de hemen her dönem bir aristokratın yönetiminde olan Fransa'da ortaya çıktığı sorusuna cevap vermek güçtür. Muhtemelen hiçbir şehir devleti, ekonomik gücün paylaşımı açısından Fransa'daki kadar olumsuz bir tablo sergilememektedir. Özellikle kraliyet ve çevresinde yoğunlaşan aristokratlar ve ruhban sınıfının zenginliği hem şehir hem de köylülerin çektiği sıkıntıların görmezden gelinmesine yol açmış, bu durumda böylesi bir patlamanın zeminini hazırlamıştır.
Burjuvazi, iktidar ve kültür
Burjuvazinin ortaya çıkışı ve güçlenmesi, aynı zamanda onun yönetim üzerinde söz sahibi olmasına yol açar. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren hemen her toplumda güçlenen bir grubun nihai hedefi, iktidar olmak veya iktidarda söz sahibi olmaktır. Sınıflar arası çatışma bu nedenle ortaya çıkar. Bir dönem aristokratlarla çatışan burjuvazi, çoğu ülkede aristokrasiyi egemenliği altına almış ve onun yetkilerini büyük ölçüde sınırlandırmıştır. Günümüzde sınıf çatışması farklı bir yönde gelişmiş, zengin ile fakir arasındaki ayrıma dönüşmüştür. Ekonomik açıdan sıkıntı çeken insan topluluklarının, kültür ve sanata ayıracak ne zamanları ne de ekonomik güçleri vardır. Edebiyat, müzik, mimari, sanat ve benzeri kültür ürünlerinin gelişmesi, ulusal ve uluslararası piyasada değer kazanması için büyük bir artı değere ihtiyaç vardır. Üstelik bu artı değerin, sahibi olan kişiler tarafından özümsenmesi gerekir.
Osmanlı'da servet ve kültür
Bizim güzel ülkemizde, artı değerin toplumda yaygınlaşması zaman zaman ancak saraya yakın kişiler için mümkün olmuştur. Zengin kişilerin şahsi yapılar inşa etmesi, mimariye destek vermesi, saltanat ailesi ile rekabet etme girişimi olarak görülmüş ve akıllı insanlar böylesi bir faaliyetten kaçınmışlardır. Bu nedenle, böylesi bir iddia içinde olduğu düşünülen Makbul / Maktul İbrahim Paşa dışında, hüküm süren hemen hiçbir vezirin günümüze ulaşan bir konutu yoktur.
Kültür ve sanatla ilgilenen insanların göze batmadan yapabilecekleri tek şey vakıf kurmak, dönemin hattatlarının eserlerini ve minyatürlü kitaplarını toplamak olmuştur. Bazılarının konaklarında güzel mobilyalar, metal, cam ve seramik objeler bulunduğu; en değerli halılar ve tekstil ürünlerinin bu konaklarda yer aldığı söylense de bu tür zenginlik ve güç göstergelerinin dile getirilmesi çoğu insanın gözden düşmesine ve ekonomik zarar görmesine yol açmıştır.
Ekonomik gücün büyük oranda devletin kontrolünde olması nedeniyle, görülen zenginliklerin büyük bir kısmı İstanbul'da toplanmıştır. Rumeli ve Anadolu'da ticaret yoluyla zenginleşen şehir halkı ise, bu zenginliğin bilinmesini istemezler. Örneğin, zenginleşmiş bazı şehirlerde gelişmiş bir yemek kültürü olduğu, ancak bu kültürün dışarıdan kolayca fark edilmediği görülmektedir. Bu şehirlerdeki lokantalarda genellikle tekdüze bir yemek geleneği varken, bir eve misafir olunduğunda şaşırtıcı çeşitlilikte ve incelikte bir mutfakla karşılaşılır.
Hemen her şehrimizde çok sayıda anıtsal yapı bulunmasına karşın, nitelikli konutlara rastlamak güçtür. XVIII. yüzyıldan kalma bu az sayıdaki konutun büyük kısmının, saray ile bağlantılı ya da bir şekilde yerel yönetici olarak görev yapmış ailelere ait olduğu anlaşılmaktadır.
Türkiye'de burjuva ve aristokrasi yokluğu
Bizim ülkemizde ne burjuva ne de burjuva benzeri bir aristokrat sınıfı vardır. Zaman zaman, sarayın veya devletin ihsan ve bağışlarıyla zenginleşen bazı gruplar ortaya çıksa da bu ailelerin sürekliliği olmamıştır. Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu takip eden ilk iki padişahtan sonra, XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar erkek çocuklar ya tahta çıkmış ya hayatlarını kaybetmişler ya da ufak bir odada yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Sultan Abdülmecid döneminden itibaren bir saray aristokrasisi oluşmaya başlasa da seksen yıl süren bu kısa süreçte köklü bir aristokratik yaşamın oluşması mümkün olmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan tasfiyesine kadar geçen beş yüz yirmi üç yıl boyunca iki yüz on beş sadrazam görev yapmıştır. Günümüzde bu kişilerin ailelerinden yalnızca üç-beş kişi yaşıyorsa da bırakın aristokratik sınıfı, etkili bir burjuva sınıfı dahi oluşturabilmiş değillerdir.
Orta sınıfın gerileyişi
Böylesi bir toplumda, tabandan gelen bir atılım ve hareketlenme söz konusu değildir. Zaman zaman ithal bazı atılım ve hareketlenmeler gündeme gelse de geniş halk kitleleri arasında rağbet görmemişlerdir ve muhtemelen görmeyeceklerdir. Ülkemizdeki güncel sıkıntı, toplumda kültürel ve yaşam açısından çeşitli sınıfların bulunmayışıdır. İnsanımız, böylesi bir sınıflandırma yerine zengin ve fakir ayrımını kabul etmiştir. Bir dönem şehirli insan ile köylü olarak nitelenen, tarımsal alanda yaşayan insanlarımız arasında da artık bir fark kalmamıştır.