Mahzen'de Yeditepe'yi seyretmek...

Milletlerin ruhu olarak sanat, devasa birikim olduğu kadar, dehalara has sıçrama ve keşiflerle dolu öyle bir yolculuktur ki, biz o atmosfer içinde şekilleniriz. O ses, o söz, o ışık, o dokunuş, kimlik dediğimiz kozayı örer, kundağı sarar, yeleği giydirir... Bunu geçen yüzyılda bu şekilde konuşmak çok daha kolaydı, modernizme has sınırlar, işi kolaylaştırıyordu... Oysa; 2000'lerde arttırdığı hızla, gündelik hayatı ele geçiren küreselleşme, sanatta çok ciddi bir tekdüzeliğe de yol açtı. Global iletişimin sınır tanımazlığı, internet ortamlarının sunduğu yazılım dilinden, ortak ve anlık trendlerle hareket eden kalabalıklara kadar, sosyolojide ciddi değişiklikler yaşadık. Anlam mercekleri kırıldı. Aslında zorunlu benzeşimler eşliğinde, ciddi bir tekelleşmeyle karşı karşıyayız, sanal alemin itaatkar toplumlarına dönüştük. Bu eşikte, sanatın, kültürel bir form olmaktan çıkarak, küresel, sansasyonel bir imgeleşmeye hapsolması, asrımızın ciddi handikaplarından...Sanatta geleneksel olan ile modern olanın birbirinden radikal unsurlarla kopuk olduğunu düşünenlerden değilim. Herkes aynı bahçede, herkes aynı suyu içer, ama çiçekler çeşit çeşittir... Buna rağmen bizde sanat politikaları, uzun yıllar boyunca geleneği redd-i miras eylediği için, gelenek ile modern, aynı bahçede olsalar bile, yaklaşık bir buçuk yüzyıldır, aynı bahçede değildir. Emine Nur Bengisu'nun daveti üzerine geçtiğimiz hafta Yeditepe Bienali'nin "Mahzen'' kısmını görmeye gittik. Yazar Ömer Lekesiz ve Ümmügülsüm Erdoğan ile birlikte sanat tarihçi Zehra Kaygusuz'un anlatımlarıyla Mahzen'de bambaşka bir aleme yolculuk ettik...2016 yılında keşfedilmeiş bir mekan olarak Mahzen, loş, kasvet dolu ve gizemli mimarisiyle bienalin çok da anlamlı bir parçası haline gelmiş. ''Çerçeve içi- dışı'' geriliminden hareketle ve kullanılan yapı-söküm teknikleriyle, postmodern bulduğum bienalin, gelenekten evet belirgin izler taşıdığını, ama aslında; modern sonrası bir modern olduğunu söylemeliyim. Ebru sanatçısının, teknesine renklerini salarken kendi kendisini ultra viyole ışınlarla videoya çekmesi mesela, bir uzay rüyası gibiydi benim için. Modern aygıtların da sanatsal işlevin içine dahil edildiği, sanatçının sanatı hakkında konuştuğu bir düzey. Etkileyiciydi. Geçmişte kalmış olmayı deneyimleten bir etki...Mahzen'in hayal perdesini andıran karanlığı, ışığı başrolde bir oyuncu haline sürüklemiş. Birkaç fotoğraf çektim, aslında bienalin parçası olmadığı halde, tavandan damlayan suları toplamak üzere konulmuş varil ve hortumlar da girmiş kadraja... Mahzen'in büyülü havasından mıdır bilemem, sanki onlar bile estalasyonun bir parçası haline gelmişlerdi. Öyle zannediyorum ki, yukarıdan seyreden birisi, bizleri dahi bu yerleştirmenin içindeki figürlerden biri olarak zannedebilirdi. Mahzen'in ışığıışıksızlığı, oradaki her şeyi çerçevesinden çıkartıp, içiçe koyabilen bir fanus havası yaratıyordu. Mevlana'nın; "İçeriden çıkartılan şey, artık dışarısının içindedir' sözü misal, aslında çerçeveyi tam olarak kırabilmenin imkanı yok bizim hüsran çağımızda. Evet, geleneğin ve kültürün çerçevesi kırılalı çok oluyor, ama şimdi çok daha büyük bir karnavalın içindeyiz. Aslında bu; dünyanın da yasası değil midir