Gelirken ekmek al

"Neredesin Alper"

'Uzaydayım Hayat'ım.'

"Ne zaman, saat kaç gibi gelirsin"

'Bilmiyorum. Şu an Ay'dayız, dönüşte belki Mars'a uğrarız, net değil.'

"Hımm. Neyse tamam."

'N'oldu aşkım"

"Gelirken ekmek ile yoğurt alır mısın diyecektim de... Ben hallederim artık."

'...'

Günün sonunda dönüp geleceğimiz yer, evimizdir. Uzaya da zaten ev yapmak için gitmiyor muyuz

Ev, saadetin mekânıdır. Huzurun ve rahatlığın imkânıdır. İmkânı diyorum çünkü mümkün olmaya da bilir. Bu saadet, herkese nasip olmaz. Gayrete bağlı biraz. Bir evin saadetli olması veya saadetli olmaması; her iki durum da gayretle ilgilidir. Uzaya gidip orada bizzat yeni bir şeyler keşfediyor olmakla, akşam eve gelirken ekmek almak arasındaki dengeyi tutturanı saadetli bir yuva bekler. Böylesine aşk olsun!

Fakat pek çoğumuz bu dengeyi tutturmakta güçlük çekeriz. Kefenin biri diğerine ağır gelir. Denge bozulur, ölçü kaçar. Ya işimiz ağır basar, evi kaçırırız ya ev ağır basar işi aksatırız. Anlatması, yazması kolay olup da yapması zor olan işlerdendir bu denge meselesi. Kefe de dengeyi tutturamayan, kefen giyer ölmeden. Dünya koca bir berzah, hayat devasa bir münkereyn olur. Evimizin cennetten bir bahçe yahut cehennemden bir çukur olması bizim gayretimizle ilgilidir.

Geçenlerde kabir ve berzah ile ilgili bir hadis-i şerifte kişinin amelinin mezarda yanına geleceğini ve o kişiyle konuşacağını okudum. Eğer amelleri salih ise, çok güzel bir surette ve hoş kokularla gelip, "Ben senin salih amelinim" diyecek ve Allah'a tazarru edip müspet yönde şahitlik edecek. Kişinin amelleri salih değil ise tam tersi olacak. Çok çirkin ve nahoş kokularla gelip, "Ben senin yaptıklarınım. Allah senin azabını artırsın." diyerek menfi yönde şahitlik edecek. Öyle ki günahın kendisi bile günahkâra lanetler okuyacak. Neden beni işledin de günahkâr oldun, diyecek. Hafazanallah!