Benim yaş kuşağım ve önceki kuşaklar baba sevgisi ne demek çok az bilir. Babaların çocuklarını gece uyurken öptükleri bir çağdan sırtlarında taşıyıp, annelerin şımarıklıklarla yetiştirdikleri bir çağa geldik. Birey yapacağız, özgüvenli yapacağız, kimseye ezdirmeyeceğiz vs. derken bencilliğin, saygısızlığın ve terbiyesizliğin sınırlarında dolaşan, bir arada yaşama kültüründen yoksun bir nesil yetiştirdiğimizi hala fark edememiş olmamız ise korkunç bir fecaat. Bir de üstüne hepimizin bilgi/ilgi/güç sınırlarını aşan sosyal medya, bilgisayar ve cep telefonu oyunları var…
BM Çocuk sözleşmesine göre 18 yaşına kadar herkes çocuk.
Bizim nesil için oldukça yabancı bir kavram.
Şimdi hatırlıyorum da inşaatlarda 15., 20. Katlara sırtımda 2 torba çimento taşırken yaşım en fazla 13-14'dü. Çevremde benden çok daha önce ağır yüklerin altına giren akranlarım vardı. Çalışmayan çocuk nerede ise yoktu.
Kimi çırak, kimi amele bir işte çalışarak okul harçlığı biriktirmeye çalışırdık. Okula hevesi olmayanlar erkenden mesleğe yönelirdi. Geri dönüp baktığımda bunların hiç birisinden üzüntü duymuyorum. Aksine bunlar beni ve arkadaşlarımı daha güçlü yaptı.
Bizim yaşadıklarımızı çocuklarına yaşatan hemen hiçbir arkadaşım yok ama büyük çoğunluğu ben de dahil gelecek endişesi içinde ve aslında çoğumuz neler yapılmalı-yapılmamalı az çok bilsek de yapamıyoruz.
Az da olsa el bebek gül bebek büyüyen arkadaşlarımız da vardı. Çoğu bugün o yılların rahatlığının cefasını çekiyor…
Hayatımız hep kırılmalara denk geldi.
Okula başladığımız yıllarda lise mezunu olmak çok kıymetli idi ama biz liseye gelene kadar lise diploması sıradanlaşmış herkese üniversite kapısı gösterilir olmuştu. Okuyamayanlarımız bir mesleğe yönelirken, okumaya yatkınlarımız zor şartlar altında da olsa bu sefer üniversiteye yöneldi.
Özal'la birlikte ilk üniversite enflasyonu başladı. 1992 yılında mevcut üniversitelere 23 yeni üniversite eklendi. Gerçi bunların çoğu eski üniversitelerden ayrılma idi. Asıl enflasyon bu üniversitelerin bölüm üstüne bölüm açmaları ile başlayacak ve Ak Parti döneminde sayıları 200'ü geçecekti.
2001'de sınava giren öğrenci sayısı 1,5 milyon civarı, örgün eğitimdeki (lisans-önlisans) kontenjan 308 bin 303 iken bunun da 26 bin 161'i boş kalmıştı, üniversitelere yerleşme oranı %19,8'di.
2001'den 2024'e sürekli artan kontenjanlar (açık öğretim hariç) 1 milyon 21 bin 986'ya ulaşmışken bu yıl ilk kez daraltmaya gidilerek sayı 837 bin 884'e düşürüldü.
Bu artışların bizi getirdiği nokta ise korkunç bir nitelik ve nicelik sorunu.
Bir kırılmada yakın zamanda internet ve teknolojinin hayatımızın her alanını işgali ile yaşandı. Sosyal medya vs. hayatın merkezini aldı. Yapay zekanın yapabileceklerini düşünmek bile korkutucu.
Bugün eğitimin gerçek hayattaki karşılığı yok denecek kadar az. Zorunlu eğitim kâğıt üstünde 12 ama bu saçma üniversite düzeni sebebi ile 14-16-18 yıla uzamış durumda. Bir de üstüne yüksek lisans, doktora eklendi mi yaş oluyor 30-35.
Hayatlarının neredeyse yarısı okullarda geçen ve sanal bir gerçeklik içinde yaşayan bu milyonlarca gence evlenin, çoluk çocuk sahibi olun diyoruz. Bu yaşa kadar kendilerinden başka hiçbir şeye karşı sorumlu olmayan, çoğu ana-baba, burs vs. parası ile geçinen bu insanlardan aile olmaları isteniyor.
Peki, bu kadar yıl okuyan bu gençler ne kazanacaklar. En baba mesleklerde bile alacakları maaşın başlangıç düzeyi 40-50 bini geçmiyor. Bu gençlerin bu paralara iş bulabilecekleri şehirlerin pek çoğunda kiralar en kötü 25-30 bin civarında.
Bu işin eğitim kısmı, sosyal medyadaki lüks ve çarpık hayatlar da cabası.
Biraz da ahlak ve suç ilişkisine bakalım.
18 yaşına kadar olan herkese çocuk muamelesi yapıp, yaptıklarını sürekli tolere ettiğinizde karşınıza bir de suça itilmiş çocuklar çıkıyor. Ekonomik dengesizliklerin dışında yukarıda bahsettiğim aşırı şımartılmanın verdiği hava ile okulda-dışarda yaptığı hiçbir olumsuzluk karşısında ceza almayan, üstüne ödüllendirilen bir nesilden bahsediyoruz.