Mehdî meselesi, geçmiş her asırda olduğu gibi bilhassa ahir zamanın en mühim üç meselesinden biridir.
Çünkü o dönemde İslâm deccali olan Süfyan da olup her şeyi berbat ve harab edecek, Mehdî de o harabatı tamir ve ihya edecektir. Bu bir mü'min için kıştan sonra baharın, geceden sonra neharın gelmesi gibi bir zarurettir.
İşte Mehdî, her şeye rağmen yani en namüsait şartlarda bile cihada devam eden; Mehdîyyet de ona uyan şahs-ı manevîsi demektir. Yani Mehdî ve talebeleri; diğerleri gibi şartların zorluğunu ve işkencenin dehşet ve çokluğunu bahane edip teslim-i silah etmeyeceklerdir. Hatta buna mümasil, rivayetlerde; fukahanın da Süfyana yardım için Mehdînin karşısına çıkacağı ve "Mehdînin tek savaşacağı" ifade edilmektedir. Yani onun dışında herkes Süfyana teslim olacak anlamına gelmektedir. Demokratlar gelinceye kadar Allah diyemeyenlerin ondan sonra dini nasıl malzeme ettikleri de elbet anlaşılacaktır.
Evet bu vesile ile tespitlerimden -zaman ve mekanı işgal etmemek- sadece üçünü ehl-i vicdan ve izana -meselenin iyi anlaşılması için- bir şahıs üzerinden arz etmek istiyorum. Böylece her iki dönemde de, Mehdînin hakkı ketmetmeyip gereğini yaptığını; çünkü onun aynı zamanda adalet, şecaat ve cesaret timsali olduğunu nazarlarınıza arzetmek istiyorum. Şöyleki:
1. Yezid'in sistemi olan saltanata karşı olan Bediüzzaman, Meşrutiyet meselesinde A. Hamid'le karşı karşıya gelmiş ve tek bırakılarak bedelini ödemiştir.
2. Birinci Dünya Harbi'nin sonunda, 1918'de Osmanlı mağlup olmuş, Mondros Mütarekesi gereği İngilizler gelip İstanbul'a yerleşmiş ve Şeyhü'l-İslam Dürrizade "İngilizlere itaat caizdir" fetvasını verdiği halde, Bediüzzaman tek başına karşı çıkıp "Baskı altındaki bir meşihat makamının fetvası mualleldir, onunla amel edilmez" deyip, Şeyhü'l-İslamca verilen fetvayı reddederek bir de "altı İngiliz hilesi" manası kastedilerek "Hutuvat-ı Sitte" diye bir kitap neşretmiştir. Evet, bu fetvayı ilk veren zat da yine Bediüzzaman'dır. Evet çünkü "İstanbul'u Mehdî feth edecek"ti.
3. Bilhassa Bediüzzaman'ın Cumhuriyet'in başında Ankara'da kurulan hükümetin reisleriyle görüşmeleri oldukça önemlidir ve özetle şöyledir: 19 Kasım 1922'de İstiklal Harbi'nin bitişi ve mebusların da, ısrarlı davetleri sebebiyle Bediüzzaman Ankara'ya gitmiş ve kendisine bir "Hoş amedi" merasimi yapılmıştır.
İşte bu vesileyle M. Kemal ile, belli başlı üç görüşmesi olmuştur: 1. Samiin locasında iken dua vesilesiyle 2. Ertesi gün kalabalık mebusların olduğu ortamda 3. Başkanlık veya riyaset odasında. Bunların her biri de başlı başına hadiselerdir şöyle ki:
Dua esnasında Bediüzzaman namazdan bahsetmiştir. Bediüzzaman'ın yayınladığı "10 Maddelik Beyyanname"nin de etkisiyle mebusların çoğu namazlarını kılmaya başlamışlardır. Bu da tabiî ki dünyevîleşme fikrinde olan Ankara reislerini rahatsız etmiştir.
Kalabalık mebusların bulunduğu ortamda Reis Bediüzzaman'a, "Biz seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikirler beyan edesin; sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilâf verdin" deyince, Bediüzzaman ona, "İmandan sonra en büyük hakikat namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur" diye cevap vermiştir.