Toplumun 'kobay' olarak kullanılmasına karşı çıkan iki ismin ardından...

Bu günlerde toplumumuz, iki önemli ismi toprağa verdi..

Birincisi, Prof. Gazi Yaşargil, ikincisi Prof. Mete Tuncay...

İlki, tabâbet alanında; ikincisi, tarih ve siyaset bilimi alanındaki çalışmalarıyla biliniyorlardı.

Yaşargil'in vefatı üzerinden iki ay kadar geçti. İnsan beyni üzerindeki çalışmalarıyla dünyanın en önde gelen beyin cerrahı ve nöro-şirurji doktorlarından birisi idi. Meslektaşlarından bazılarının bir kaç değerlendirmesini gördüm, o kadar.

Gazi Yaşargil, bir ara liseden çıktıktan sonra hocalarından Nurullah Ataç'la karşılaştığını anlatmıştı.

Ataç, ona tahsiline nerede devam ettirdiğini sorup, tıbbiye cevabını alınca, 'Ben senin gibi parlak zekâlı bir öğrencimin tahsilini, Helen (antik Yunan) ve Roma medeniyetleri konusunda devam ettireceğini söylemesini beklerdim' diye hayıflandığını anlatmıştı. (Nurullah Ataç'ın, İslam dini konusunda ne kadar frensiz bir düşmanlık duygusuyla dop-dolu, en azgın laiklerden birisi olduğunu hatırlayabiliriz. Hattâ o kadar ki, Adnan Menderes, irtica söylemlerinin matbuatta köpürtülmek istendiği 1956-57'lerde, Meclis'te yaptığı bir konuşmada, 'inkilap yobazları'ndan söz etmiş, bunun üzerine, Ataç, Meclis'in önüne gelerek, 'Evet, ben bir inkılap yobazıyım!..' diyerek, aklınca meydan okumuştu.)

Yaşargil, ünlü bir beyin cerrahı olarak, kendi sahasında konuşurken, insan beyninin devamlı tek bir fotoğrafla meşgul edilmesinin, beyinde totemist (putçu) algılama özelliklerini geliştirdiğini de söylemişti.

Yaşargil, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi sırasında yurt dışında olduğundan, o şartlarda ülkeye dönmemiş ve vatandaşlıktan çıkarılmıştı. O, uzun yıllar yaşadığı İsviçre'de, beyin cerrahîsinin dünya çapındaki en büyük üstatlarından birisi olarak anılıyordu. Doğduğu ülkeye, ancak Turgut Özal'ın döneminde özel izinle dönebilmişti.

Ve, Prof. Mete Tunçay...

10 gün önce vefat eden Prof. Mete Tunçay'ın son birkaç yıldır, yaşlılığın etkisiyle, fikrî alanda eski cevvaliyetini yitirdiği ifade ediliyordu. Bu yüzden maalesef, ziyaret etmek imkânı bulamamıştım.

Tunçay, 1923 sonrasına bakışında, klasik resmî resmî ideoloji klişelerini zorlayan yaklaşımlarıyla, çoğu meslektaşlarından ayrılmasıyla ilginçti.

Tunçay, kendisinin yetiştiği çevrenin laik bir çevre olduğunu belirterek, devrim denilen jakobenist/ tepeden inmeci ve millete, darağaçları kurularak giydirilen deli gömleği uygulamalarını değerlendirmekte, yetiştiği çevrenin etkisinde kalarak, o döneme bakışının mülayim olabileceği endişesini bile söyleyecek kadar açık yürekliydi. Harf devrimi diye anlatılan konunun, birilerinin kafasına yerleşmiş olan ne pahasına olursa olsun 'Avrupaîleşmek heyulası'nın bir neticesi olduğunu ve bir milletin 'kobay' olarak kullanıldığını söylerdi. Dahası net olarak Harf devriminin, Müslüman bir milletin geçmiş inanç ve kültür hazineleriyle bağının koparılma ameliyatı olduğunu söylerdi.

(TTK tarafından yayınlanan, Osmanlı'nın Bitlis Valisi Mazhar Müfid (Kansu)'nun hatıralarında, bu konuyu doğrulayan çok ilginç sahneler vardır. Düşünelim ki, henüz, Erzurum Kongresi sırasında, yani Temmuz- Ağustos 1919'larda, Padişah Vahdeddin tarafından, 'Seryâver-i şehriyari' /başdanışman sıfatıyla ve geniş yetkilerle ordu müfettişi olarak Anadolu'ya gönderilen bir isim, bir akşam Mazhar Müfid'e, ileride neler başarılı olurlarsa ilerde neler yapacaklarını yazdırır gece yarılarına doğru. 'Saltanat için gereken yapılacaktır' dedikten sonra, 'tesettür (hanımların örtünmesi) mecburiyeti kaldırılacak, halka şapka giydirilecek ve 'hurûf-i lâtin /Latin harfleri-alfabesi) kabul edilecektir..' der.

Evet, Müslüman millet, varlığını, dinini, namusunu korumak için canla-başla bir mücadeleye atılmaktadır, birileri ise, kendi kafasındaki Avrupaîleşmek ibtilâsını gerçekleştirmek hesabındadır. )

Tunçay'ın, özellikle ıstılahlar- terimler üzerindeki mantıkî hassasiyeti dikkat çekiciydi.

'Millet' teriminin din aidiyeti için kullanıldığını, sonraları,