Süleymaniye'de bir 'İcâzet Merasimi'nin ardından

Yahyâ Kemâl'in bir bayram sabahındaki duygularıyla tasvir ettiği şiir âbidesi 'Süleymaniye'si gerçekten de muhteşemdir. Ama hem onun kendi neslinin içinde olduğu yalpalamaları anlatması ve hem de kendi fikrî ve hissî uyanışındaki kendine gelmeyi yansıtması bakımından o şiirde, beni her okuyuşumda derinden sarsan, 'Ulu mâbed! ...Bir zaman, hendeseden âbide zannetimdi.' şeklindeki mısraı daha bir düşündürücüdür.

'(...)Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle,

Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle.

(...) Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları.

Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.

Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;

Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;

Bir zaman, hendeseden âbide zannettimdi;

Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,

(...) Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan, herkes

Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor, tek bir ses; (...)'

Yahyâ Kemâl'in mısraındaki 'hendese' kelimesini, yeni nesillerden niceleri anlamakta bile zorlanacaktır. 'Mühendislik' kelimesinin de kökü olan 'Hendese', yani, bugünkü kullandığımız ve Batılılaşmak aşkı ve aşağılık duygusuyla Latinceden aldığımız halde, Türkçe zannettiğimiz 'geometri'dir.

Evet, Yahyâ Kemâl'in gençliğinde Süleymaniye'ye bakarken, 'hendeseden (geometrik şekilden ibaret bir) âbide zannettiği' şeklindeki itirafı, o dönem nesillerinden bir kısmının nasıl bir manevî yıkım içinden geçildiğini de yansıtır. Ki Yahyâ Kemâl, benzer bir acıyı, 'Ezânsız Semtler' başlıklı nesir yazısında da çok düşündürücü şekilde yansıtır.

Dün sabah, İstanbul Millet Vekili Hasan Turan Bey telefon etti ve genelde Fatih Câmii'ne giderken, 'Cuma Namazı'nda Süleymaniye'ye gidelim.' dedi; 'İcazet Merasimi' olduğundan bahisle. 'İbn Haldûn Üniversitesi'nin 'Uluslararası Hadis Çalışmaları ve Araştırma Merkezi'nde yıllarca süren çalışmalar sonundaki uzmanlık-ihtisas dereceleriyle taltif edilmeyi hak edenlere 'icazet' belgeleri verilecekti.

Süleymaniye'ye gittiğimizde, câmie ulaşan bütün yolların güvenlik tedbirleriyle kuşatılmış olduğunu gördük. Anlaşılıyordu ki, Tayyib Bey de gelecekti.

(Bu arada bir eleştirimi de belirteyim. Hasan Turan Bey, resmî sıfatı olduğu için, güvenlik kontrollerinden doğrudan geçiyordu; onunla birlikte olduğum için, ben de aynı şekilde. Ama yine de, elimdeki çantanın ve üzerimin en azından dedektörlerle kontrol edilmesi lâzım gelirdi. Bir takım olumsuzluklar olduktan sonra, mazeretler bulunur, ama bunlar o olumsuzluğu bertaraf etmez.)

Müslümanlar câmie doğru akıyordu. Camiin içi de tıklık tıklımdı. Asya, Afrika ve dünyanın başka köşelerinden, yüzlerce Müslüman göze çarpıyordu, mahallî kıyafetleriyle.

İçeri girdiğimde, söz konusu Hadis çalışmalarını yönetmiş olan, -hadis ulemâsının büyüklerinden- Muhammed Avvame, mihrabın önünde konuşmasını yapıyordu. Ama tercüme de edilmiyordu. Büyük noksan.

Sonra bir dalgalanma oldu câmiin içinde. Dudaklarda, hafifçe mırıldanılan 'Tekbîr' sadâları. Gelenin, Tayyib Bey olduğu anlaşılıyordu. Sessizce gelip, ön safta, cemaatin arasında bir yere oturdu.

Sonra, 'İcazet Merasimi'ne geçildi; Hadis alanında biri 7 yıl, diğeri 4 yıl süren iki projeyi başarıyla tamamladıkları belirlenen zevâta 'icazetnâme'leri takdim olundu.

Daha sonra, Tayyib Bey de 'Selâm ve Bismillah'la başladığı bir konuşma yaparak, özetle şöyle dedi:

"Filistin ve Gazze halkı başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında zor günler geçiren, zulme uğrayan bütün kardeşlerimizin Allah yardımcısı olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderilen