Evvelki gece, Güneş Takvimi'ne, yani 365 günlü, 1 yıllık takvimine göre, 20 Aralık'ı 21 Aralık'a bağlayan gece, 'Şeb-i Yeldâ' idi.. Ki, bu takvim dünya genelinde Gregorian Takvim diye bilinir..
'Şeb', Farsçada 'gece' demektir. 'Yeldâ' ise, 'aramîce' bir kelime olup, 'en uzun' mânasındadır. Böylece, 'Şeb-i Yeldâ' olur, 'En uzun gece..'
'Şeb-i Yeldâ', güneşin batımından doğuşuna kadar yaklaşık 15 saattir; gündüz ise, gün doğumundan gün batımına kadar, sadece 9 saat..
21 Haziran'da, bu rakamlar tersine çevrilir âdeta ve 'Rûz-i Yeldâ' (En uzun gün) gerçekleşir ve o zaman da, gündüzleri en uzun gündüz 15 saat kadar olur ve en kısa gece de 9 saat olarak gerçekleşir.
***Sembolik Şiir'in ilginç ustalarından olan Ahmed Hâşim'in 100 sene kadar öncelerde, 1921'de yazdığı 'Müslüman Saati' isimli ilginç bir makalesi vardır.
Ama, ondan da önce, Yahyâ Kemâl de, 1918'lerde yazdığı 'Ezansız Semtler' isimli bir makalesinde, -ertesi günü bayram olan bir geceyi anlatırken , özetle-, 'Sabahleyin, bayram namazına gitmeye karar verdim.. Ancak, Frenk gecesinden Müslüman sabahına kalkılamaz korkusuyla, sabaha kadar uyumadım..' sözleriyle, sosyal bünyenin en azından Garblılaşma sevdasına kapılmış kesimlerinin nasıl tefessüh ettiğini, kokuştuğunu çok güzel anlatmıştır. Anlaşılması zor bir hikayedir o dönem..
Halbuki, bugün bilinen saati, rubaîleriyle, dünyaca ünlü Ömer Hayyâm'ın 900 sene öncelerde hesapladığı bilinmektedir.. Ama, başka dünyalara erişmek adına 'saat'i bile, 'başka dünyaların kültürlerine, inançlarına göre ayarlamak' gerektiği şeklindeki yabancılaşma ve kendi değerler dünyasından kopmanın bir histeri hecmesi halinde nerelere vardırılacağının ip uçlarını son 150-200 yıllık Avrupaîleşme sevdalarımızın anlaşılmaz çırpınışları halinde bu makalelerde de görebiliriz..
***Avrupa ve Hristiyan kültürünün içinde, Almanya'da yetişmiş olan Annemarie Schimmel' (Anne-Mari Şimmel) Hanım'ın 'Müslüman Saati' adıyla Türkçe'ye de çevrilmiş olan ve Müslümanların Hicret ile birlikte kabul ve tüm mübarek vakitlerini bu hesab ettikleri Hicrî takvimi incelediği eserinde, Mevlid ayı Rebiülevvel'i, Mirac ayı Receb'i, Üç Aylar'ın ortası Şaban'ı, oruç ayı ve on bir ayın sultanı Ramazan'ı, Hac ayı Zilkade'yi ve Kurban Bayramı'nı oldukça detaylı bir şekilde etraflıca incelemiştir. (Bu vesileyle belirtelim ki Schimmel, 16/17 yaşından itibaren İslam kültürüyle ilgilenmeye başlamıştı ve bizim bazı toplantılarımıza geldiğinde, biz namaz kılarken, 'Ben de katılabilir miyim' diye sorar ve namaza katılırdı. Şubat-2002 başında vefat ettiğinde, yüzlerce Müslümanlar olarak biz de kilisede yapılan törene temaşacı olarak katıldık.. Bonn'daki en büyük Protestan Kilisesi'nden kaldırıldı cenazesi.. Önce Bonn Başkardinali ile Üniversite rektörü konuşmalar yaptılar, 13-14 yaşındaki kız çocuklarının okudukları ilahîlerden sonra.. 'Schimmel'in vasiyeti üzerine şimdi Kur'an'dan bir bölüm okunacak..' denildi ve Suudî Arabistan'ın 1975'lerdeki ünlü Petrol Bakanı Ahmed Zeki Yemanî'nin nefi bir kıraatle okuduğu ve Almanca mealini de verdiği Fâtiha Sûresinden sonra cenaze öyle kaldırıldı..)
***Sözün bundan sonrasını Ahmed Hâşim'in 'Müslüman Saati' isimli makalesine bırakalım:
(Yeni nesillere çok ağır gelebilecek olan bazı kelimeleri -yazının edebî lezzetine zarar vermemeye dikkat ederek parantez içinde vermeye çalıştığımız- o makalesinde şöyle diyordu Hâşim:
***'Müslüman Saati
'İstanbul'u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. "Saat"ten kasdimiz, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.
Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu uslûb-i hayata göre de "saat"lerimiz ve 'gün"lerimiz vardı.
Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini de akşamın ziyaları tayin eder.
Madenden sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski mâsum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin semâ üzerindeki seyriyle, az çok münasebetdâr bir hesaba tebaan (bağlı olarak), minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiblerini, 'zaman'dan takrîbî (yaklaşık) bir sıhhatle, haberdâr ederlerdi.
Zaman, nâmütenahi bahçe ve saatler orada açar, gâh sağa, gâh sola mâil (eğimli), güneşe rengârenk çiçeklerdi.
'Ecnebi saati' ibtilâsından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif evkat'in (vakitlerin) kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik "gün" tanılmazdı.
Ziyâ'da (gün ışığında) başlayıp ziyâ'da biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes'ûd olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vekayiini, (bütün hadiselerini) bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, felekî hesabâta / (astronomi hesaplarına) göre bu "saat", ibtidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatırâtın (hâtıraların) kudsî saatiydi. Zevâl-i saati (bu saatin zevale, yok oluşa doğru yönelmesi), âdât ve muamelâtımızda (âdetlerimizde ve günlük hayatın gerektirdiği bütün muamelelerde) kabulü ve ezanî saat'in geri safa düşüp câmilere, türbelere ve muvakkıthânelere (vakit belirleyen resmî mekânlara) bırakılmış metrûk (terk edilmiş) bir "eski saat" haline gelişi, hayât-ı tarz-ı ru'yetimizin (hayata bakış tarzımızın) üzerinde vahîm bir tesiri hâiz olmamış değildir.
Giden saatler, babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı, etrafımızda serbest bırakan geniş lâkayt dostlardı. Gelen yabancılar ise, hayatımızı onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni "ölçü" bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda zîr ü zeber (alt-üst) ederek, eski "gün"ün bütün sedlerini harâb etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni "gün" vücuda getirdi.

3