Keşmir'de tezgâhlanan hıyanet, bugün başka türlü de sergilenemez mi

(Önce bir tavzih.. Dünkü yazımda bazı okuyucuların Hindistan-Pakistan konusunda ekranlarda yapılan yorumların çok sathî geçtiğinden yakınılarak, benden bir yazı istemelerinden hareketle, bir yazı hazırlamıştım ki; son düzeltmeleri yaparken, emekli bilgisayarım, nasıl olduysa tamamen çöküverdi ve yazı da silindi ve 2-3 saat uğraştıysam da yeniden bulamadım yazıyı.. Gece yarılarından sabahın ilk ışıklarına kadar başka bir yazı hazırlayıp gönderdim, gazeteye..

Dün sabah internete baktığımda bir de ne göreyim, Nuh Albayrak Bey de benim teknik arızaya kurban giden yazımla aynı konuda teferruatlı bir yazı yazmamış mı Nuh Bey'i okuyunca, 'İyi ki, benim yazının başına öyle bir sıkıntı gelmiş..' dedim.. Çünkü benim yazım, Nuh Bey'in çok istifade ettiğim ve bütün geçmiş tarih devirlerini de ele alan yazısı kadar dakik ve doyurucu bilgilerle mücehhez değildi..

Ancak, bir konu var ki, Hind ve Pakistan'ın, istiklâllerine kavuştukları 1947'den beri, 4 kez savaşa yol açmış olan 'Keşmir Meselesi'nin bir kördüğüm haline gelmesinde bir hıyanetin etkisinin, her şeyden daha etkili olduğuna değinmek istiyordum..

Evet, o konuyu aktarmalıyım. Çünkü, İngiliz emperyalizmi, tabiatının gereğini yapar, tahakküm ve zulmeder, entrikalar çevirir.. Ama, İngiliz hakimiyeti zamanında, Keşmir Valisi olan Keşmirli Şeyh Abdullah'ın kendi halkına hıyanetinin 'emperyalizm kuklalığı'ndan başka bir izahı yoktur.

Halbuki, Hindistan'da istiklâl ruhunun gelişmesinde Müslümanların ve İslam'ın kurtarıcı ilâhî mesajının etkisi o kadar derindir ki, ünlü Hindu şair ve filozofu Rabindranath Tagore'un 'Gora' isimli romanında, 'Eğer Bengal'deki Müslüman köylüler olmasaydı, biz İngilizlere karşı kıyâm etmek ve istiklalimiz için mücadele etmemiz gerektiğini düşünüp harekete geçmek noktasına gelemezdik..' diyordu.

Esasen, Hind İstiklal Hareketi'nin ünlü lideri olan Mahatma Gandhi de ilk gençlik yıllarında, 1920'li yıllarda avukat olarak çalışmak üzere gittiği Güney Afrika'da, işçi olarak çalışmakta olan Müslüman Hindlilerle sıkı temaslar halinde bulunuyor, Mescid'lere gidiyor, orada Müslümanların inanç ve düşünce dünyalarıyla sınırlı da âşina oluyordu.

İngilizler ise, 200 yılı aşan bir tahakküm döneminden sonra siyasî olarak çekip giderken, büyük bir mütefekkir, ârif ve şair olan Muhammed İqbâl-i Lahorî'nin, 1934'lerde, 'Müslümanların, Hind Yarımadası'nda, Hindularla iç- içe değil, ayrı bir devlet halinde yaşamalı ve kendi kesin inanç doğrularına göre yaşayacakları ve 'pâk insanlar ülkesi' mânasında, Pakistan dediği bir devlet kurulmalıdır' diyerek fikrî temellerini attığı bir devlet kurulacaktı..

Ama, Müslüman halkın onmilyonlar halinde yaşadığı Bengal Körfezi, Hind Yarımadası'nın kuzey-doğusunda yer alıyordu. Geride kalan on milyonlarca Müslüman ise, Pencab Vadisi'nde yaşıyordu.. Burası Doğu Pakistan olacaktı.. Ve Bengal Körfezi'nden 2,500 km. batıda yer alan Pencab Vadisi ise; arada, kocaman bir Hindistan Devleti'nin bulunduğu Batı Pakistan.. Yani iki parçalı bir devlet.. Ama, aralarında kara ve hava yolu olamayacak şekilde, araya Hindistan Devleti yerleştirilmişti.. Ve de düşman olarak.. Doğu ve Batı Pakistan arasındaki irtibat, aradaki Hind Yarımadası'nın güneyinden giden ve 20 gün kadar süren gemi yolculuğuyla sağlanabiliyordu..

Ve amma, iki parça arasında dil birliği de yoktu, onlarca dil.. Bengalce, Sanskirtçe, Hindçe, Sindçe, Peştuca, Pencabca, Farsça, İngilizce, Beluçce, vs. En ortak dil ise, Urduca.. Bu iki parçayı bir arada tutan, sadece din inanç birliği idi, çünkü iki taraf da o zamanlar, 100 milyonu aşan Müslüman kitleler..

Ama, bir problem daha vardı.. Milyonlarca Müslümanların yaşadığı daha küçük coğrafyalar hangi devlete bağlanacaktı..