İki farklı tepki şekli ve de bir 'bit yeniği' ihtimali..

Bir tarafta, zâhiren baş eğmişlik havası içinde, ama, hıncını içine atarak, müsait gördüğü bir zamanda tepkisini, kendisine, çevresine ve topluma direkt zarar vermeden ortaya koyan ve iradesine aykırı uygulamaları yavaş yavaş törpülemeye çalışan bir kitle..

Karşı tarafta ise, beğenmedikleri uygulama veya düzenlemeler karşısında, hemen kızgın saca basmış kedi sıçramasıyla feryad'u figanla sağa sola fırlayan, etrafı yakıp yıkan, ülke çapında geniş protesto ve hattâ tahrip hadiselerine karışan bir diğer kitle..

Bu iki tablo, aslında bizim ülkemizi yansıtmaktadır..

Asırlardır, saltanat sistemleri tarafından yönetilmiş olan Müslüman halk, o saltanatların, kendilerini halk kitlelerine, 'şer'an, vâcib'ur-riaye 'riayet ve itaatlerinin şer'an gerekli olduğuna ve aksi halde günahkâr olacakları'na dair fetvalara göre belirlemişti, tavrını..

Cumhûriyet adı verilerek ve amma, ortaya çıkışında ve o isimle uygulanışında cumhûrun, yani halkın ekseriyetinin iradesine göre şekillenmesi gereken bir gerçek Cumhûriyet sistemiyle hiç ilgisi olmayan ve saltanat dönemlerini de aratan totaliter-laik uygulamaların, akıl almaz derecede boğucu uygulamaları altında öylesine sindirilmişti ki; itiraz eğilimi hemen, 'İhtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır' diye karşılanıyordu. Halkımız da, darağaçları, zindanlar, sürgünler, jandarma dipçiğinden geçirilmelerle sindirilmişliği ve bir 'mutlu ve putlu azlık' ve 'mütegallibe zümresi'nin tahakkümünü zâhiren kabullenmiş gibiydi.

Baştan başa zorbalık uygulamaları ve 'diktatörlük uygulamaları'nın 1950'den önceki 27 yıllık trajik şeflik dönemlerinde, 1925'lerde Diyarbekir'de Şeyh Said, sonra 1930'larda ve hele de 1936-37'de Dersim'de Seyyid Rızâ hareketlerin nasıl korkunç şekilde bastırıldığını ve kezâ 1950-1960 arasındaki yumuşamanın ise, resmî ideoloji adına 27 Mayıs Askerî Darbesi'yle ve halkın coşkun şekilde arkasından koştuğu Başvekil Adnan Menderes'in 10 yıllık hizmetinin karşılığı olarak, en alçak usûllerle nasıl idâm edilerek noktalandığını hatırlamakla yetinelim.

Ama, Adnan Menderes'in, en zorbaca ve alçakça usûllerle sözde yargılanıp, idâm edilişine karşı tek bir sosyal protesto bile sergilenilememiş olması, asıl düşünülmesi gereken bir noktadır. Öyle ki, kitleler gözyaşlarını bile gizlemişti.

12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980, 28 Şubat 1967 Askerî Darbeleri'nde büyük kitleler kendi içlerinden 'vah-vah..' etseler bile, yine sessizliğe bürünmüşlerdir. Bunda elbette, 'En kötü devlet yönetimi bile, hiç olmamasından daha iyidir..' sözünün de rolü vardı ve bu söz de boşuna söylenmemişti. Ama, geniş Müslüman halk kitlelerinin, devlet adına yapılan ve hoşnut olmadığı uygulamalara karşı fiilî ve eylemli direnişlerden uzak durması, hele de son 100 yıldaki mâlum uygulayıcılarca, alabildiğince kötüye kullanılmıştır.

Halkımız, bırakalım, Askerî darbelere karşı direnmeyi; devlet adına uygulamaların haksızlığına kani olunduğunda kitlevî protesto hareketlerinin sergilenebileceği konusundaki ilk örnekleri bile,12 Mart 19721 Askerî Darbesi'nden sonra kurulan askerî mahkemelerde görmeye başladı, şaşkınlıkla.. Bunu, PKK isimli silahlı terör hareketin taraftarlarının, kendilerine verilen en küçük bir işaretle, gözlerini kırpmadan sergiledikleri tahrip edici protestolar takip etti.

Ve amma, laik cenahın yelpazesinde yer alan çeşitli gruplar, protesto eylemi deyince nasıl olması gerektiğini, aylarca süren 'Gezi Hadiseleri' sırasında en açık şekilde ortaya koymuşlardı.