28 Temmuz Pazartesi günkü ve 'Gazze' için niçin savaşılmıyor' soruları etrafında bir serbest sohbet..' başlıklı yazıya bir takım itirazlar geleceğini bekliyordum ve öyle de oldu.. Onun için, tarihten bazı örnekleri de hatırlatınca, konu bir sohbete dönüşmüştü.
Bazı okuyucular, WhatsApp mesajlarıyla, bazıları internet sitelerinde, bazıları telefonla görüşlerini, teyitlerini ya da katılmadıklarını bildirdiler. Bazıları da savaştan korkuya bağlayanlar da oldu.. 80 yaşına gelmiş birisi olarak, korku değil de, endişem, Müslümanların bunca mücadelelerden sonra, Müslüman coğrafyalarında kazandıkları siperleri, -velev ki yetersiz de olsa- bir kez daha kaybetmeleri konusundadır.
O yazıdaki konu, elbette Gazze üzerineydi. Ama, değinilmek istenen mesele sadece Gazze ve Filistin değil, bütün Müslüman coğrafyaları ve Müslüman toplumlarının karşı karşıya bulundukları meseleler idi.. Çünkü, dünyanın her neresinde sadece Müslümanlar değil, kim olurlarsa olsunlar, bütün mazlumların karşılaştığı zulümleri de bertaraf etmek İslam Milleti'nin sorumluluğunda idi. Bu yüzden de, Keşmir'de 40 milyon Müslüman 80 yıla yakın zamandır, Hindistan esaretinde.. Keza, 1,5 milyarlık Hindistan'da, 300 milyona yakın Müslümanın, hele de mevcut Modi diktatörlüğü altında çektiklerinden haberimiz yok gibi.. Çin rejiminin ideolojik pençesindeki -bazı hesaplamalara göre, 70-80 milyonu aşkın Müslüman'da öyle..
Çeçenistan'da, Bosna'da yapılan zulümlere olanlara ne yapılabildi Arakan'dan Bangladeş'e sığınan 3 milyona yakın Müslüman'dan ne kadar haberdarız Müslüman toplumların her birisini zikretmeye kalkışacak olsak, yazı uzar da uzar..
Esasen, her zaman söylemeye çalıştığımız husus, İslam Birliği'ni sadece bir isim olarak değil, fiilen yaptırım gücü olan bir karar merkezini ortaya çıkarmak mecburiyetinde oluşumuz..
30 sene öncelerde bu günlerde, 250 bine yakın silahsız, ordusuz, savunmasız insan Bosna'da, sırf Müslüman oldukları için katledilirken, o zamanki ismi İslam Birliği Konferansı olan -şimdiki- İslam İşbirliği Teşkilatı, 'Bosna'daki katliam durdurulmazsa...' diye, bir tarih belirterek mühlet vermişti.. 'Bu kez bir şeyler yapılacak galiba..' diye umutlanıyorduk ki, o mühlet tamam olduğunda hiçbir şey yapılmayışıyla karşılaşmıştık..
Sadece Türkiye ve İran'dan biraz yardımlar ulaştırılmaya çalışılıyordu ve bu yardımlar Bosna'ya ulaştırılması için tek kapı durumunda olan Hırvatistan limanına vardığında, Hırvat yetkilileri, 'o silah ve diğer yardımların yarısına el koyarız' şartıyla yolu açıyordu.
O günlerde, Boşnakça ilahiler ve mersiyeler/ ağıtlar yüreğimizin yağını eritiyordu, âdeta..
Ama, hele de -bilge Müslüman- Aliya İzzetbegoviç'in vefatından sonraki gelişmeler içinde Bosna gündemimizden düşüverdi.
Evet, hamaset nutukları ve marşları, kulağımıza hoş gelebilir. Hemen bütün Arap rejimleri de, 80 yıla yakın zamandır ne müthiş coşturucu marşlarla güya harekete geçiyorlardı.
Sadece, Enver Sedat'ın komutasındaki '5-6 Ekim 1973-Ramazan Savaşı'nda İsrail ağır bir yenilgiye uğratıldı, ama, o da pek bilinmez.
Ne var ki, kazanılan o zafer, Enver Sedat'ı, bizdeki zafer kazanan bazı isimler gibi, Müslümanlarla mücadeleye ve hıyanete sevk etti. Ve sonunda da Sedat, o hıyanetlerinin bedeli olarak, 1981'de teğmen Hâlid İslambulî tarafından, o zaferin 8. Yıldönümü törenleri sırasında öldürüldü..
*
Unutmayalım, 1911-13 arasındaki Balkan Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğradık.. 500-600 yıllık vatan toprakları olan Balkan coğrafyaları elden çıktı. Birinci Dünya Savaşı, 28 Haziran 1914 günü bizim dışımızda patlak verip, 'savaş ateşi' her tarafı sarınca, İngiltere veya Almanya'dan bir tarafın yanında savaşa katılmaktan başka bir çare de yoktu, çünkü etrafımızda savaş alevleri yükseliyordu.
O durumda kaybedilen yerleri geri almak ümidi de kenara atılamazdı.. Ama, sadece Birinci Dünya Savaşı'nı kaybetmedik, her şeyi kaybettik.. Başka çarenin olmadığı o tercihten dolayı, Kemalist- tarihçiler millete 100 yıldır, o kararı alanları, halâ hain veya hayalci olarak anlatmaktadırlar..
Aradan 100 yıl geçti, yeni yeni, kendimize gelmenin çırpınışları içindeyiz..
Evet, ideali istemekten geri adım atmamalıyız, ama, realiteyi gözlerimizi kapamadan.. Elbette, inancımız yolunda gerektiğinde gözümüzü kırpmadan candan da geçmek şiarımız olmalıdır; ama, hayatımızı inancımıza göre şekillendirmek sorumluluğumuza gözümüzü kapamadan..
*
Bazılarının ham-hayallerle, 'Ahh, filanca merhum kişi hayatta olsaydı, orduyu hemen İsrail'e karşı yürütürdü' dediğine bile rastlanıyor.. Onu söyleyen bir gence, 'Bak kardeşim, filanca merhum hayatta olsaydı, şöyle yapardı..' diyorsunuz da, o kişinin, ordunun, kendisini devirmesine bile bir tedbir geliştirmediği hatırlatıldığında irkilip susmuştu...
Ayrıca, Turgut Özal'ın da askerî makamlara temel konularda hükmedemediğini, boyun büktüğünü hatırlayalım..
Saddam Irakı'nın 1990'da Kuveyt'i işgal üzerine, Amerika'nın liderliğinde Irak'a karşı 1991-92'de verilen ve Birinci Körfez Savaşı diye anılan savaş sırasında Cumhurbaşkanı ve başkomutan Turgut Özal'ın zamanın Genelkurmay Başkanı Torumtay'a, 'Ordunun Musul'a girmesi' emri vermesine rağmen, Torumtay, 'Musul'a girmek mesele değil, ama, nasıl çıkarız' deyip, istifa etmiş ve onun yerine gelen Doğan Güreş'e aynı emir tekrar verildiğinde, aynı gerekçe ile istifasını vermek istediğinde, Özal geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Bir diğer örnek..
*
Bu konuda farklı düşünenlere, emir vermekle meselelerin halledilebileceğini sanan ve yazanlara bir de tarihten bir-iki örnek aktarayım:
Hz. Musa'yla ilgili, ilginç bir 'kıssa' vardır.
Hz. Musa, Firavun ve güçlerinin saldırısı karşısında Benî İsrail'i geri çekerken, Kızıldeniz sahiline ulaşırlar..
Önde deniz, arkada düşman..
Ne yapacaklar
Hz. Musa, der ki: 'Şimdi 'Bismillah..' diye denize adım atacağız.. Deniz açılacak ve karşı yakaya ulaşacağız!.'
--Ama, arkamızdan Firavun ordusu da geçmeyecek mi