Okuyucularla Hasbihal
Pazar günlerini 'okuyucu görüş ve eleştirileri'ne ayırdığımız bir Hasbihal'e daha; okuyucuları, hayırlı çalışmalar dileğiyle selamlayarak başlıyoruz.
Belçika- Brüksel'den Ayhan Demirbaş isimli okuyucu diyor ki: 'Geçen haftaki Hasbihal'de Yahyâ Kemâl'den naklettiğiniz, eski İstanbul'un fakir köşelerinden Atik-Valde'deki Ramazan maneviyatı ile ilgili şiir, bizim buradaki arkadaşlarımızla Ramazan üzerine konuşurken, imdadımıza yetişti.. Çünkü, burada, Frengistan diyarında doğru dürüst İslâmî eğitim almamış olan Anadolu insanlarının bir kesimi olarak hele de yeni nesilleri açısından son derece duygu ve düşünce yüklü bir yardımcı olarak tartışmalarımızın imdadına yetişti.
Yahyâ Kemal'in hele de, kendisi oruçlu olmadığı halde, oruçlu fakir insanların nezih dünyasına imrenen ve kendisinin oruçsuz oluşunun manevî ızdırabını mısralarına yansıtan ve o manevî hayattan nasipsiz oluşunun acısını hissetmek duygusuna sahip olmayı bile 'çok şükür' diye dile getirişi, ne kadar güzeldi..
Biz burada Ramazan akşamlarında, genç arkadaşlarla iftar ve teravihten sonra, saatlerce orucun, Ramazan'ın hikmetlerini ve bütünüyle İslam'ın -sizin ilginç deyiminizle- sûreten insan olanın sîreten insan yapmak olan hedefi üzerinde uzuun saatlerce sohbetler yapıyoruz, Rize çayı yudumlayarak.. O şiiri tek başımıza, sessizce okusaydık, anlattığı derin mânayı belki de fark edemeyecektik. Hele de, güzel şiir okuyan bir kardeşimiz onu okuyunca, bizi o kadar etkiledi ki, anlatmak olmaz.. Ağabey, böyle güzel kaynakları bize hatırlatsanız, ne kadar iyi olur..
Evet, Brüksel'den yazan bu okuyucumuz gibi, hayatlarını Frenk diyarlarında kazanmaya çalışırken, oralarda, yaşayış tarzlarıyla, inançlarının tebliğcisi ve Müslümanların da bir temsilcisi olabilmek idrak ve dikkatinde olan kardeşlere, o gurbet diyarlarının hemen her köşesinde rastlamak mümkün..
Sadece oralarda değil, Anadolu'da da, bu gibi ruh telimize dokunan edebî metinleri kendi kendimize sessizce okurken, tam olarak anlamakta zorlanabiliriz.. Bu gibi kardeşlerimize Yahyâ Kemâl'in 'Koca Mustâpaşa' ve 'Süleymaniye'de Bayram Sabahı' şiirlerini de kendi aralarına okuyup geçerek değil, gerekli yerlerde durup, üzerinde düşünerek okumalarını tavsiye ederim. O zaman, nicelerinin, 'Ben bu şiiri okumuştum, ama, bu kadar derin bir zevk almamıştım..' diyenler görülür. Aynı şekilde, Mehmed Âkif'in hemen bütün şiirlerinin de aynı şekilde, sesli şekilde okunmasında, 100 yıl öncelerdeki lisânın biraz ağdalı olmasından dolayı, mânası bilinmeyen kelimelerin o sohbetlerde, bilenlerce açıklanmasıyla da aynı edebî zevk ve idrak elde edilebilir.
S. California'dan Prof. Necati Engeç dostumuz da, Remarque'ın 'Garb Cebhesinde Bir Değişen Şey Yok..' isimli romanına atıfta bulunarak yaptığı değerlendirmede -özetle- ; 'Remarque, Gazze'lileri görseydi öyle bir değerlendirme yapmazdı herhalde..' diyor . Çünkü, romanda, vatanseverlik duyguları tahrik edilmiş Alman gençlerinden bir çoğunun 1.Dünya Savaşı'nda ezilmenin en kahredici sahnelerini yaşadıktan sonra, ya bedenen öldüklerini ya da, bedenleri ölmese bile, ruhen öldüklerini ve savaşı sürdürmenin kendilerine vereceği fazla bir şey olmadığı' düşüncesine vardıkları, her iki durumda da, savaştan sağlam çıkılamaz' noktasına geldikleri, savaşın gerçeğinin bu olduğu' noktasına vurgu yapılır.
Evet, materyalist insanın savaşı, elde edeceği maddî kazanımlara göre şekillenir ve birilerinin ya da toplum kesimlerinin pohpohlaması, alkışlaması, yüceltmesi tabloya renk vermek içindir..
Müslüman insan ise, hayatın her alanında, ve her ânında, savaşı, bu gibi maddî kazançlar veya birilerinin alkışlaması için değil, 'İlâ'y-ı kelimetullah' (Allah'ın dinini, hükmünü yüceltmek) dâvası ve memuriyetinin kendisine tevdi edildiği inancıyla yapar..
Necati Hoca'nın, Remarque'ın romanından hareket ederek, işaret ettiği nokta, bugün, materyalist dünyanın çürümüşlüğünü göstermekte olup, o dünyadaki toplumların hemen tamamında, yeni nesillerin 'savaşa gider misin' sorusuna yüzde 70'ler civarında hayır dedikleri ileri sürülmekte, anket kuruluşlarının nabız yoklamalarında..
Gazze örneğinde olduğu üzere, Müslümanlar ise, savaşın, hayatın da, ölümün de sonunda insana verdiği yüksek değeri düşünür, hayatını o değerler zenginleştirir ve inandığı değerler uğrunda dünya hayatından geçmeyi göze almak mânasında şehadeti en büyük saadet bilen Müslüman için, dünya hayatında kalmak da, geçmek de o hedefe ayarlı olarak anlaşılınca, 'İnancım, hayatımın en yüce mânasıdır, onun için yaşamak borcumdur, ama, dünya hayatını terk etmek gerekecekse, '