Ev sahibi

Fatih'i seviyorum.

Fatih'i yazmayı da İstanbul dünyanın başkenti, Fatih İstanbul'un başsemtidir. Gönül dünyamızın manevi sultanları ile birlikte yirmi sene huzurla yaşadığımız Fatih dedin mi, akar sular durur bizim için.

Son idari düzenleme ile birlikte, Osmanlıdan kalma sur içinin tamamını kapsayan Fatih, bizim memleketimiz, bizim köyümüzdür.

İstanbul bir yana, Fatih bir yana.

O derece yani.

Bünyamin abi ile aynı apartmanda kiracı olarak oturuyorduk.

Balat'ın Haliç'e inen ve sefaletin estetiğini yansıtan Sancaktar Yokuşu'nda, hacının apartmanında.

Hacıyı kesme işareti ile ayırmıyorum; çünkü isim değil sıfat. Yani Süleyman amcaya mahallede herkes "hacı" derdi. Bizim binanın ismi de "hacının apartmanı"ydı.

503 senelik "mücevher sandığı" Yavuz Selim Camii'nin dibindeki üç katlı apartmanda, aynı iş yerinde çalışan üç kiracıydık.

Hacı, Malta'da başka bir binada, kendisinin işlettiği ayakkabıcı dükkânının üstündeki evinde yaşıyordu.

Yıl 1985...

Bünyamin abinin kira yıl dönümü ramazanın son günlerine denk gelmişti.

O, bizden farklı olarak, her ayın on beşinde veriyordu kirayı.

Zamlı ev kirasını dükkânına götürdüğü hacı, "Kurban Bayramı'na iki gün kaldı. İhtiyacın olur, bu ay verme, gelecek ay iki kirayı birden verirsin" diye jest yapmış.

Bizimki şaşırmış, bu ince düşünceye teşekkür edip çıkmış.

Bünyamin abi bizim iş yerinde gece çalıştığı için, ev sahibi hacı ile görüşmesinin ertesi günü, ikindi vakti Fatih'ten Cağaloğlu'na yürüyerek gidiyormuş.

Zaten her gün, kestirmeden, Fatih Camii'nin avlusundan geçiyormuş.

O gün de tam geniş avluyu adımlarken, birkaç telaşlı insan, cami içinden karga tulumba birini çıkarmış.

Arefe günü, namaz esnasında ölen bu insan, bizim ev sahibi hacıymış.

Çamurlu kaftanın bulunduğu türbe