Aşkın son saltanatı: Güz

Gül-şene altun varaklar zeyn idüp bâd-ı hazân

Gûyiyâ zer-kûblar dükkânı oldı gül-sitân1

Bâkî

21 Eylül'de başlayan ve Şeb-i Yeldâ'ya2 yani 21 Aralık'a kadar sürecek olan güz faslındayız. Divan Edebiyatı'nda bu mevsime çoğunlukla "hazan" dendiğini ve Bâkî başta olmak üzere kimi divan şairlerinin hazan mevsimini işleyen "hazaniye"lerinin olduğunu biliyoruz3.

Klasik şiirimizde hazan mevsimi, hem olumsuz anlamıyla hem sevinç ve neşe mevsimi olarak müspet anlamıyla hem de didaktik bir malzeme olarak kullanılmıştır. "Eyyâmı hazân irdi çemen zerd-nümâdurBülbülleri bâğun bî-reng ü nevâdur"4(Hazan günleri geldi çimenlik sarı görünürBağın bülbülleri yine solgun ve sessizdir.) diyen Neşatî, hazanın renkleri solduran, nağmeleri susturan yönünü konu etmiştir. Bâkî, "Saltanat tâcın giyen âlemde mağrur olmasun Nice sultan börkin almışdur begüm bâd-ı hazan" şeklinde seslenerek, hazan mevsiminde esen rüzgârların, çiçeklerin yapraklarını, tomurcuklarını savurmasını, ölümün ya da dönen talihin hükümdarların başındaki tacın, dolayısıyla hükümdarlığının elden gitmesine teşbih ederek, mevsimi bir nasihat vesilesi olarak kullanır. Tâcidarzâde Cafer Çelebi, "Çün yine seyrân ide mizâna geldi âfitâp Zer-efşan oldı havâ gevher-nisâr oldı sehâb" (Yine güneş burcuna geldi madem seyran etsin Hava altın, bulutlar cevher saçıyor) diyerek sararan yaprakları altına, bulutlardan dökülen damlaları ise saçılan cevhere benzeterek hazana müspet bir mana yüklüyor.5

Şairler, bazen, hazan mevsiminde sararan yaprakların yere serilmesini, sevgilinin girdiği bahçenin zeminine altın saçılmasına ya da zeminin sırmalı kumaşlarla bezenmesine, bazen, hükümdarın bahçeye gelişiyle yaprakların hürmet için yere inmesine benzetiyorlar. Kimi zaman, çimenliği sararan yaprakların kaplamasını Karun'un hazinelerinin ortaya çıkmasına bağlıyorlar. Şair muhayyilesine hazan yağmurları, benzi sararıp solmuş sevgilinin yanaklarına yeniden tazelik sunulması olarak aksediyor. Bazen her lezzeti bitiren ölüm oluyor hazan. Ağaçların yapraklarını soyunmasını, dervişlerin tecrit hırkası giyinip dünyadan el etek çekmesi ve rüzgârda çınar yaprağının yere düşmesini, hazan yelinin, şeyhine intisap eden bir derviş gibi, ulu çınardan el alması olarak temaşa ediyoruz şair gözünden. "Nam u nişane kalmadı fasl-ı bahardan Düşdi çemende berg-i dıraht i'tibardan" diyen şair o yüzden, "Eşcar-ı bağ hırka-i tecride girdiler Bad-ı hazan çemende el aldı çenardan6" diye hazanı kendi muhayyilesinde bambaşka bir tablo olarak resmediyor. Şiiri okurken, parmakları açık bir ele benzeyen çınar yaprağının, dalından, çimenler üzerine düştüğünü görür gibi oluyoruz.

Eski edebiyatımızda, hazan mevsiminin oldukça geniş bir yelpazede işlendiğini görmekteyiz. Tanzimat'tan sonra, edebiyatımızda sonbahar isminin kullanılmaya başlanmasının, şiirimizde, hazan isminden neşet etmiş mazmun ve mecazlar bakımından bir sığlaşmakısırlaşmayı beraberinde getirdiğini görmek gerekir.

Bu mevsim için halk nezdinde, son zamanlara kadar, daha çok "güz" ismi tercih edilmekteydi. Küçük bir araştırma yaptığımızda, edebiyatımızda bu mevsimin güz ismiyle hatırı sayılır bir yerinin olduğunu seziyoruz. Mesela, onu Âşık Veysel'in "Geldi güz ayları erdi baharımGeçirdim örümü gaflet içinde" 7şeklindeki hayıflanmasında buluruz. Kırşehir yöresinden derlenmiş bir mahpus türküsündeki: "Güz gelir de goyağını kar basar Lalenin sümbülün kokusun keser Adam sevdiğine böyle mi küser Divane gönlümü eğlesin zindan8" dizelerinden içimize güz soğuğu düşüyor. Ali Ekber Çiçek'te "Geldi güz ayları hava soğuduBenim nazlı yarda meylim çoğuduEl(e) ayrılık vardı bize yoğuduEsti acı rüzgâr ayırdı bizi" şeklinde karşımıza çıkıyor. Süleyman Arif Emre'nin "Hazan çağı" şiirinde: "Ah eser hüzün ağlarDertliler güzün ağlarSolar gül yüzün ağlarKendini üzme güzel9" mısralarında hazan ve hüznü bambaşka bir tatla duyumsuyoruz. Bütün bunların üstüne ben de:

"Şimdi güz, artık yazgıdır hüzün

Aylardan sarıya çalıyor yüzün

Yüzün

Hüzündür güzün" desem unutulup gitmekte olan "güz" için bir şey yapmış olur muyum, bilemem

Bir zamanlar Anadolu'da, büyükler, kendilerine içme suyu getiren çocukların elinden su bardağınıtasını alarak, besmele ile içip hamt ettikten sonra, suyu getiren çocuk ya da gencegenç kıza: "Ömrün uzun, düğünün güzün olsun!" şeklinde dua ederlerdi. Yitip giden birçok şeyle beraber, bu teşekkür şeklinin de yitip gittiğini anlamak güç değil. Artık, güz ismini kullanan da kalmadı neredeyse.

İsmet Özel'in Tanzimat'tan sonra Bahar ya da Nevbahar yerine İlkbahar, hazan ya da güz yerine sonbahar denilmesine bir şiirinde: "İlki var sonu var orta bahar diye bir şey var mı" şeklinde bir göndermede bulunarak itirazını izhar ettiğini görüyoruz. Ortası olmayanın ilki ve sonu da olmayacaktır tabii olarak. Ancak, her ne kadar İsmet Özelin sonbahar isimlendirmesini hoş karşılamadığı anlaşılsa da, güz yağmurları ile Anadolu halkının "güzlek" dediği; çeşitli bitki ve çimenlerin yeniden yeşermesi ve mevsime has çeşitli çiçeklerin açılarak, adeta aşk ehline ömrün son saltanatını yaşatmasından mülhem olarak, mevsime sonbahar denilmesinin çok da isabetsiz olmadığı kanaatindeyim. Klasik edebiyatımızda bu mevsimin neşe ve sevinç demleri olarak da işlenmiş olduğu bir gerçektir. Bu da mevsimin sonbahar olarak tesmiye edilmesine zıt düşmemektedir. Ama sonbaharı kullanmamız, güz ve hazanı kaldırıp atmamıza sebep olmamalı, dil ve edebiyatımıza bir zenginlik katmış olmalı. Neyse, derdimiz isimlendirmeler üzerinde uzun mütalaalar yapmak değil. Konumuza devam edelim.

Düşündüğümüz zaman, birçok şeyi mevsimlere benzetebiliriz, mevsimleri de birçok şeye benzetebileceğimiz gibi... Mevsimler ömrümüz gibidir meselâ. Çocukluk çağımızı kışa, gençlik çağlarımızı bahara, olgunluk demlerimizi yaza, ihtiyar kesp ettiğimiz ve terki diyara hazırlandığımız zamanları ise güze benzetebiliriz. Ya da akarsular gibidir diyebiliriz mevsimler için; toprağın sinesindedirler ilkin, derin bir sessizliğin kollarında dingin... Sonra bir gözeden yeryüzüne sızarlar. Sonra sızıntılar dere olur, dereler çay olur, çaylar ırmak olur; kurak topraklara hayat bahşedeler. Umutsuz gönüllere umut ve sevgi dağıtmak üzere muvazzaf bir elçi gibidirler. Ardından denize dökülürler, âlemi berzaha göçer gibi, bir muvakkat istirahate çekilirler. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Zira bu âlem hem zıtların benzerliği hem de benzerlerin zıtlığından mürekkeptir.

Bir yönüyle de mevsimleri aşkınâşığın hallerine benzetebiliriz. Kış faslı, aşığın derununda uyuyan derdin gafili olduğu devrandır. Cemrelerle tutuşan aşk ateşi, onu mecnûna döndürür. Bir zaman, avucunda kor ateşi tutmak durumunda kalır gibi, sinesinde aşk ateşini kimselere sezdirmeden taşır. Ancak ciğer kebap olup yandığını, uçsuz sahralarda su arayanlar gibi bunaldığını daha fazla saklayamaz ve sırrını ifşa eder onun halleri. Sevgilinin bir bakışından, küçük bir tebessümünden nihayetsiz umutlara kapılıp, kaş çatmalarından bedbinliğin gayyasına yuvarlanır. Bahar havalarının kararsızlığı gibidir sevgilinin halleri, yüzünü bir gösterip bir kaybolan güneş gibi aşığa azap verir. Yâr cemalinin şavkına aldanıp ümide kapılır da, bahtı gibi kara bulutların ve yârin perişan zülüfleri gibi hoyrat rüzgârların gadrine uğrayıp hasta düşer, ateşlerde yanıp kavrulur. Bazen ikbâl ona güler ve meserret dolu yazlara döner aşığın bahtı.