Tarihin belli anları vardır ki zamanın ötesine geçer; sadece yaşanmaz, okunur, düşünülür, ibret alınır. Uhud da işte bu anlardan biridir. Sadece bir savaş değildir Uhud; aynı zamanda bir ahlâk, bir sorumluluk, bir disiplin ve en önemlisi de bir emir imtihanıdır. Kılıçların gölgede kaldığı, nefislerin öne geçtiği, kalplerin dünya ile sınandığı bir andır Uhud. Bazı savaşlar sadece kılıçla değil, kalple, sadakatle ve nefisle yapılır. Uhud böyle bir savaştır.
Âl-i İmrân suresi 122. ayet-i kerimede: "O zaman sizden iki bölük, Allah onların velîsi olduğu halde bozulup çekilmeye yüz tutmuştu; müminler yalnız Allah'a güvensinler." Yine Âl-i İmrân suresi 152. ayetinde ise şöyle ifade ediliyor: "Andolsun ki Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O'nun izniyle kâfirleri öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı lütufkârdır." Bu ayetler "emre itaat" ve "nöbeti terk etmeme" konusunu bizlere hatırlatıyor ve Uhud hadisesindeki emri unutma konusunu gündemimize getiriyor.
Sahih-i Müslim'in naklettiği bir hadis-i şerifi Enes (ra) anlatıyor: "Uhud günü Resûlullah'ın (sav.) alt çenesinin sağ ön tarafındaki dişi kırılmış, başı yarılmıştı. Sonra yüzündeki kanı silmeye başlamış ve şöyle demişti: "Kendilerini Allah'a davet ediyor olduğu hâlde, Peygamberi'nin başını yaran, dişini kıran bir kavim nasıl felâh bulur" Sahih-i Buharî'nin naklettiği bir hadis-i şerifte ise Ebû İshâk'ın işittiğine göre, Berâ' b. Âzib (ra) şöyle demiştir: "Uhud günü Peygamber (sav), Ayneyn geçidindeki okçulara —ki onlar elli kişiydiler— Abdullah b. Cübeyr'i kumandan tayin etti. Sonra şöyle buyurdular: "Bizi kuşların kaptığını görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar sakın şu yerinizden ayrılmayın! Bizim onları hezimete uğrattığımızı görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar asla (yerinizden) ayrılmayın!" Enes (ra) şöyle demiştir: "Ben Uhud günü Ebû Bekir'in kızı Âişe ile Ümmü Süleym'i gördüm. Eteklerini toplamışlardı (koşturuyorlardı). Bileklerinden yukarısı görünüyordu. Sırtlarında su kırbaları vardı. Kırbaları taşıyorlar, gelip yaralıların ağızlarına su döküyorlardı. Sonra tekrar geri dönüp kırbaları dolduruyor, tekrar yaralılara su veriyorlardı."
Peygamber Efendimiz (sav), savaş başlamadan önce okçular tepesine yerleştirdiği sahabelere açık bir emir vermişti: "Ne olursa olsun yerinizi terk etmeyin." Bu, zaferin şartıydı. Fakat zaferin kokusu duyulur duyulmaz, bazıları görev yerini terk ettiler. Çünkü ganimet arzusu, zafer sevincine karışmıştı. İşte tam burada, insanın zaafa en açık olduğu an geldi çattı. İtaat, görev bilinci ve nefis arasında bir tercih yapılmalıydı. Ne yazık ki bu tercih, büyük bir kırılmanın kapısını araladı. O gün Uhud'da görev yerini terk eden birkaç kişinin hatası, tüm ümmete mal oldu. Çünkü görev sadece bireysel bir sorumluluk değil, kolektif bir direncin temel taşıdır. Ve bir taş yerinden oynadığında, tüm duvar sarsılır. Elbette o günkü imtihan, sadece o güne mahsus değildi; asırlardır sürüp gelen bir imtihandır bu. Bugün de her an o tepede nöbette olduğumuzun bilinciyle uyanık olmaya, ayaklarımızı sabit tutmaya, teslimiyet içinde emre itaat etmeye, birlik ve beraberlik içinde durmaya mecburuz.
İlahi emir, yalnızca bir söz değildir. Allah'ın ve Resulü'nün talimatları, dünya üzerinde verilebilecek en sağlam ve en kesin emirdir; biz, emredileni yapmakla memuruz, yasaklardan kaçınmakla sorumluyuz. Bir emre sadakat, bir toplumu ayakta tutar; ama o emrin ihlali, bir ümmeti yere düşürebilir. İslam ordusu Uhud'da belki askeri anlamda yenilmedi; ama gevşemenin, dünyevîleşmenin, disiplinsizliğin ve 'ben bilirim' havasının nelere mal olabileceğini yaşadı. Kazanılmış bir savaş, neredeyse kaybedilmiş hale geldi. Rasulüllah'ın, "yerlerinizi terk etmeyin" emri boşlukta asılı kaldı.
Bugün bizler de her birimiz kendi bulunduğumuz mekânlarda-kalelerde-tepelerdeyiz. Kimimiz ailede ebeveyn olarak, kimimiz kamuda bir vazifeli, kimimiz medyada bir ses, eğitimde bir rehber, mahallede bir örnek, sokakta bir duruş sahibiyiz. Herkesin tuttuğu bir nöbet var. Nöbetin adı değişse de, anlamı aynı: Allah'ın emrine sadakattir. Peygamberimizin emrine itaattir. Kur'an ve sünnet üzere yaşamaktır. Ancak nöbetlerimiz, çağın sinsi saldırılarına açık. Modernizm, tüketim çılgınlığı, gösteriş, bireyselleşme, hazcılık ve sosyal medya bağımlılığı, gönüllerimizi gevşetiyor. "Biraz da dünyadan nasibimizi alalım" diyerek bulunduğumuz yeri terk ediyor, gevşiyor, emirlere duyarsızlaşıyor, yasaklara meylediyoruz. Oysa Uhud'un mesajı çok açıktır: Zafer, sayılarda değil; sabırda, sarsılmaz duruşta ve emre itaattedir. "

 
									 
								 20
									20