Adana, Ramazanoğlu Beyliği'nin toprakları, dahası vakıf arazileri üzerinde bir yerleşime sahiptir. Bu vakfiyelerin senetleri bizzat vakfedenlerce belirlenmiştir. Koydukları hükümler, kullanım haklarının usulüne uygun yürütülmesi için birer emir niteliğindedir. Bu sebepledir ki; vakıf kuralları uygun işletilmediğinde, o topraklar üzerinde yaşayanları ihya etmez. Hatta vakfı "senetteki beddualar tutar" denilir. Ecdadın bu konudaki hassasiyeti son yüzyılda bertaraf edildiğinden, toprağın ve üzerinde yaşayanların pek muhabbetli olmadıkları söylenebilir. Vakıf arazileri, kurumları ve bu emanetlerin teslim edildiği kişiler, vakıf hükümlerini yerine getirmekle memurdur. Aksi halde kul hakkına uyulmaması, halkın geleceğini etkiler, ahlakı bozulur, toplumun içten içe bozulmasına yollar açar.
Sözü getirmek istediğim nokta şudur: Ramazanoğlu'na ait Çukurova arazileri vakıf arazileridir. Türkiye'nin hemen hemen bütün şehirlerinde var olan vakfiyelerin genel durumu Adana'dan farklı değildir. İstanbul'un Anadolu yakasındaki Üsküdar topraklarının da böylesi bir vakıf arazisi olduğu herkesçe bilinir. Son yüzyılda vakıflara ait bu hususiyetlerin göz ardı edilmesi hayatı altüst etmiş; vakıf arazileri pervasızca işgal edilerek çarçur edilmiştir. Vakfiyelerin kuralları yok sayılmış; böylelikle halkın ahlakı ve edebi bozulmuş, emanete sahip çıkılmamış ve kul hakkına riayet edilmemiştir. Günümüzün bu pervasızlığı, her bir vatan evladı ve yöneticilerini böylesi bir veballe sarıp sarmalamıştır. Bundan kurtulmanın bir yolu var mıdır peki Böyle bir soruya cevap vermek kolay değildir. Elbette Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Fetva Makamı bu konuda sözünü söyler; biz ise tövbeden ve helallik istemekten başka bir çıkış yolu görmüyoruz. Buhari, Tirmizi ve İbni Mace'de kaydına rastladığımız bir hadisi şerifi Ebû Hüreyre (ra), Resûlullah'ı (sav) şöyle buyururken işittiğini söylemiştir: "Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah'dan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim." Bir diğer hadiste ise: "Benim de kalbime gaflet çöküyor. Ben de Allah'a günde yüz defa istiğfâr ediyorum" buyurmuşlardır.
Şimdi dönelim Adana'ya; Toros Dağları'nın vazgeçilmez emanetçileri kuşkusuz Yörük, Türkmen ve Avşarlardır. Çukurova'dan başlayarak Konya ovasına kadar olan dağ bölgesi de dâhil olmak üzere boydan boya iç Anadolu burcu burcu kalenderlik, dürüstlük, adalet, hakkı gözetme, kul hakkına riayet ve güzel ahlak gibi unsurlarla bezelidir. Vatan toprağını kutlu bilip, din, iman, ezan ve bayrak uğrunda tepeden tırnağa şehadete bağlı bir hayat yaşarlar.
Geçen haftaki "Toprağın Kalbi" başlıklı yazımızda, Adana'nın topraklarında dünyaya gelip Türkiye'nin önemli edebiyatçılarından bir bahis açmıştık. Bu yazıda ise biraz tarihin seyir defterine göz atalım istedim. Bu topraklar, eski uygarlıklara ait unsurlarla üzerinde yaşayanları besler; ilimden irfana, kültürden sanata, şiirden edebiyata, musikiden icraya çok yönlü bir bereketi barındırır. Ancak Çukurova'nın zenginliği ile ağalık sisteminin oluşturduğu zulüm; adaletsizliği, kul hakkını ve yoksulluğu da büyütmüştür. Gecekondu hayatı ve gündelik insanın fıtratı, gölgenin bile hafifletmediği 40-50 derecelik sıcaklar altında şekillenmiştir. Çukurova'nın verimli topraklarında pamuk, buğday, arpa, yulaf ve küncü (susam) tarlaları, yerini giderek karpuz, kavun, mısır, soğan ve ayçiçeği gibi mahsullere bırakmıştır. Yoksulluğa karşı direnen bu toprakların evlatları, kökleri derinlerde olan geçmişin sesine kulak vermeyi sürdürmüş; edebiyatın, sanatın, şiirin, sinema ve tiyatronun yükselen sesi olmuştur.
Bakınız, Adana Taş Köprü günümüzde araç trafiğine kapatılıp yayalara açılmıştır ki bu çok isabetli bir gayrettir. Evliya Çelebi Taş Köprü'yü anlatırken: "Bu nehir üstünde olan şehrin geçiş yolu köprüsü Takyanus yapısıdır. Ancak Memun Halife tarihleri vardır. 16 adet kisra kemerine benzer büyük gözlerdir. 5 göz de başka köprü gözleri gibi küçük gözlerdir. Onlarla toplam 21 göz köprüdür. Doğudan batıya 550 germe adımdır. İki başında kale kuleleri gibi mazgallı ve dirsekli kuleler vardır ve birer sağlam kapılar vardır. Gece gündüz bekçileri gözcülük edip gelen geçen tüccar taifesinden bac ve gümrük alınıp kale kullarına kayıt edilir" diye yazar. Ne yazık ki günümüzde bu kale kulelerinden eser yoktur. Çocukluk yıllarımızdan beri bu emarelerin kaybolup gittiğini biliyoruz. Oysa bu köprülerden nice askerlerin, tüccarların ve komutanların geçtiğini düşündüğümüzde sayısız hikâyeyi hayal edebiliriz. Seyhan'a geçiş yolunun üst tarafında bulunan Tepebağ, Ramazanoğlu Beyliği'nin de merkezidir. Evliya Çelebi sözünü şöyle sürdürür: "Kalesi Ceyhan (Seyhan) Nehri kenarında, alçak bir tepe üzerinde, dört köşe, sağlam bir kaledir. Fırdolayı büyüklüğü 500 adım olan küçük bir kaledir. 7 kuledir ve üç tarafı hendektir. Doğu tarafı duvarını nehir döver, insan geçemez. Biri çarşıya, biri suya açılan iki kapısı vardır."

14