Deneme!..

Tefekkür, fikr-etmek; düşünmek, insanın kendinde derinleşmesi; hikmete vuslat. Tefekkür, Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- tarafından nâfile ibadetten üstün olduğuna işaretle özendirilmiştir. Dolayısıyla tefekkür, düşünerek, hâdise ve eşyanın ötesine varma cehdi olmak itibarıyla ibadettir

Bazı felsefecilerin insanlığın yoluna çıkardığı pozitivizm bir başka deyişle maddecilik, elle tutup gözle gördüğüne inanıp gayrısının münkiri olma tavrı, son bir asırda insanı, tefekkür etme kabiliyet ve değerinden seyretme sığlığına düşürdü.

Okuma-yazma-dinleme-düşünme-tahlil etme 5'lisinin yerini seyir aldı.

Günümüz Yitik Çağ cemiyetine tefekkür zaviyesinden bakıldığında bâzı genç kız ve kadınların kalbleriyle kalıplarının tezat teşkil ettiği görülmektedir. Kalb ve kalıp, bir bedende kavga eder manzarada. Kalbleri -âdeta- meleklerin himâyesindeyken, kalıpları nefslerinin tahakkümünde. Şeytan, nefsin suç ortağıdır. O yadırganan ve haklarında belki de zahire bakarak hüsn-i zannı ötelemiş farklı fikirler çıkarılan genç kız ve kadınlar, büyük, büyük anneleri gibi meleğe yoldaş olma arzusunu diğer isteklerine önceleyebilseler, kendilerine bakıp kalıptan hareketle kalblerini sorgulayan, mâverâ yönelişlerini mahkûm eden insanları mahcup edebilirler

17'nci asır dîvân şâirlerimizden Nâilî; nâm-ı diğer Nâil-i Kadim, okuyanı sarsan bir şiir söylemiş. Devrin zengin irfan iklimindeki bu mısra ustamız, nefsi en yaman yaralayan hasletin, kişinin sevmediğine, kem nazar ve kötü söz işittiğine dua etmesi olduğu haberini vermektedir.

Nâilî der ki:

Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun!

Benimçün nâmurad olsun, diyenler, bermurâd olsun!..

Allah'ım, hatırımı; şen olmayan kalbimi kıranlar; şâd, bahtiyar olsun. Benim için "muradına kavuşmasın!" diye beddua edenler, muradına kavuşsun.

İşte insanlık bu. Medrese-dergâh-hüner denklemi düzgün kurulduğunda ilim-tasavvuf-edebiyat aynı güzelliğin zenginliği olur.

Bir asır boyunca mekteplerimizdeki edebiyat derslerinde aslı olmayan isnatlarla şâir, şiir ve edebiyatımız konuşuldu. Köklere kasdın bir başka şekliydi. İspanyol ressam Picasso'nun anlam ve zevk ötesi çizimleri, ortak kabul üstünlüğüyle hayranlık duygularına pazarlanırken, Cihan Devleti dönemimiz edebiyatı, ya intikam hırsı veya cehalet zavallılığından aşk, şarab, sakî gibi gerçeküstü mecazi semboller sebebiyle layık olmadığı telakkilere mâruz bırakıldı.

Kaldı ki Devlet-i Âli Osman dönemimizde Divan Edebiyatı, Tekke Edebiyatı, Halk Edebiyatı şeklinde bir tasnif yoktu. Bu tasnif, yakın tarihin eseridir. Nitekim Lâle Devri tâbiri de yenidir. 1718'de Sultan III. Ahmed ve Sadrazam Damad İbrahim Paşa yönetiminde başlayıp 1730'da Patrona Halil İsyanıyla biten zaman dilimini içine alan bu günler için ilk defa Yahya Kemal, "Lâle Devri" sözünü etmişti. Söz, buradan hareketle şöhret buldu.

Nâil-i Kadim'i tebrik edip rahmet niyaz etme vaktidir. Dediği, hazmedilmiş bir tasavvuf eseridir. Kulun, aleyhine yazan, konuşan, çalışan, husumet duyanları affetmesi, gıpta edilecek fazilettir. İslâm güneşi şualarının bir rahmet olarak üstüne düştüğü iklimlerde öğretilirdi ki: "Katilini affeden maktul, şehîd olur"

Bize göre kıssalar, mesneviler, menkıbeler, masallar, destanlar, sözlü edebiyatımızın bazı zenginlikleri bizim o çağladaki sinemamız, hikâyemiz, romanımızdı. Avrupa'da da roman, 1605'te Cervantes'in intihaliyle başladığı hâlde geçen asırda bizim edebiyat mazimizde roman olmaması kınanmıştı. Hâlbuki bu edebî tür, Tanzimat'la beraber bizde de verilir oldu. Geçmişimizde roman olmamasını kınayanlara Cemil Meriç, merhumun şu sözü, zelzele ölçeğiyle 7,9 şiddetinde bir cevaptır: