"Yine bize bir ders vermek istiyorsunBehlül!.."

"Behlül! Açık konuş. Ne demek istiyorsun Bu dünya nere, ahiret nere Cehennemde ne işin vardı"

Daha önce hiç duymadığımdan, görmediğimden eminim. Yanlışlıkla acı biber yemiş çocuk ağzı gibi kızarıklığı etrafına yayılmış dudaklarının arasında çalıntı gibi duran çatlak ses hâlâ kulaklarımdaydı. Hayır! Sessiz sesten bahsediyorum burada. Bu ise bize ait bir hâldi, ses çıkarmadan konuşuyorduk! Dili bir şeyler söyleyecekti de kalbi müsaade etmiyordu ki ağzının içinde sağa sola kıvrılıyor duruyordu ha bire. Neden sonra dokundu omuzlarıma. Elleri ürperticiydi. Soğukluğu mu, sıcaklığı mı ne beni titretiverdi Ne yapacağımı tam bilemiyor, tuhaf hissettiriyordum kendimi. Aynaya hohlamışım da sıcak nefesimin buğusu, karşımdaki soğuk aynayı sisle kaplamış gibiydi. Ne öfkeleniyordum ne de rahatlıyordum. Kısa bakışmamız bizi yorsa da ikinci suâlin gelmesine mâni olamadı.

- Behlül! Açık konuş. Ne demek istiyorsun Bu dünya nere, ahiret nere Cehennemde ne işin vardı

- Ateş lazım oldu da Efendim! Ateş almaya gittim Sultan'ım.

- Peki, getirdin mi bari

- Hayır efendim, getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dedi.

- Yine bize bir ders vermek istiyorsunBehlül.

- Ne haddime Efendim.

- Her neyse! Anlayamasam da bana bir taş attın. Mütevâzılığına kanmam!

- Kimi kandırıyorum ki

- Sen daha iyi bilirsin Behlül!

- Evet Sultan'ım! Hiçbir şey bilmediğimi biliyorsunuz. Ben konuşmuyorum sadece konuşturuyorlar. Anlayacağınız ağız benim ama irade değil.

- İşte mesele de o zaten. Her iş yaparken "Hepsini ben düşündüm. Kesinlikle o bendim. O işi ben yaptım Ben ben!.." diyorum. Sen ise "Ben yok! O var yalnız" diyorsun. Aramızdaki uçurum ortada. Buradan rahat görünüyor az çok.

- Mevzu derin Sultan'ım.

- Nasıl