O eşsiz güzellikleri seyrediyor ve tefekküre doyamıyordum...

Karşımda sessiz akan Dicle Nehri Asırlar boyu aynı ahenk ve sadakat ile başını taştan taşa çalarak koşuyor daha büyük deryalara...

"Aklım kifayetsiz kalıyor" diyorum her birini ayrı ayrı düşündükçe. Nasıl kifayetsiz kalmasındı ki Çoğu ağaç benden yaşlı olmasına rağmen her biri tam teslimiyet içerisinde; ne vazife vermişlerse harfiyen o denileni yapıyor. Karşımda uyur gibi sessiz akan Dicle Nehri Asırlar boyu aynı ahenk ve sadakat ile başını taştan taşa çalarak koşuyor daha büyük deryalara. Onun vazifesi de o. Daha ileride karşılarda mor, fark olunmaz sisler altında neftî dağlar sıralanıyor. Eteklerinde bağlar, bahçeler köy ve kasabalar görüyorum hayal meyal Bütün bunların üzerinde durmadan uçan karga, sığırcık, serçe, martı sürüleri Allahü teâlânın yarattığı eşsiz güzellikleri seyredip tefekkür etmeye doyamıyordum. Bu hissiyatımın ağır basması beni yalnız kalmaya kurtla, kuşla, börtü böcekle konuşmaya, onları anlamaya ve ders çıkarmaya kadar götürüyor.

Kendi nefsime diyorum ki: "Ey gafil! Ey Divane! Ey zavallıBehlül! Eğer bu gördüğün muazzam nizamı durdurabilirsen ve şu muhteşem güneşin ışıklarını söndürebilirsen, Allahü teâlâyı da unut! Yoksa aklını başına al, adam ol, Cehennemlik olma!"

Firdevs Meydanı Bağdat'ın en mühim yerlerinden biriydi tarih boyunca. Bu meydan, oldukça geniş, ferah, aydınlık, etrafı envâiçeşit ağaçlarla bezeli, billur gibi serin suların şarıl şarıl aktığı çeşmeler, cami ve medreselerle çevrelenmişti. Eksik olmayan misafirleri ise hiç şüphesiz göğüsleri yanar dönerli sayısız güvercinleriydi. Dicle bir yanda, eski devirlerden kalma yapılar bir yanda. En havadar köşesinde kubbelerle süslü ve önünde insanların eksik olmadığı selâtin cami-i şerifi ve muazzam ihtişamıyla saray görünüyordu. Yapının duvarlarındaki nebati rölyefler, uzaktan bile fark edilebiliyordu

Kulübemden çıkalı bir hayli vakit geçmişti. Uzun kavak ağaçlarının sıralandığı yolda sessiz adımlarla kulağıma fısıldayan ılık rüzgâra aldırış etmeden ürkek, evlerin, meyve ağaçlarının gölgesinde saraya doğru ilerledim.

Saray, hiç şüphesiz Bağdat'ın en muhteşem binasıydı. Avluya girince her zaman olduğu gibi ferahlık veren bir serinlik karşılıyordu insanı. Yerler toz olmasın diye ıslatılmıştı. Henüz dalından koparılmış taze gül, zemzem suyu, yeni pişmiş ekmek, misk-i amber ve saire nev'inden birtakım gönül okşayıcı kokularla geleni mest ediyordu. Kabirlerle burayı mukayese edince bütün vücudum, şiddetli bir tiksinti ile sarsıldı. Eskiden olduğu gibi kendi evimmiş gibi girip çıktığım bir yerde hep bu korkuyla karşılanmam tesadüf olamazdı. Oysa bu gördüğüm her şey gibi bu baştan çıkarıcı kokular da bana yabancı değildi. Sarayın en üst bölmesinde Sultan'ımızın oturduğu taht denilen hususi yere yaklaşınca hava da tezyinat da pek güzelleşiyordu. Ben ise; "Emr-i Hak vaki olur da bu debdebe içinde ölürsem hâlim nice olur" düşüncesiyle tir tir titriyordum.