"Bizim işlerimizin tamamı sabırdır kardeşim..."

Bir şey yapamadan başımı önüme eğdim. Bu içi, dışı bir, tertemiz numune insan, gönül adamı karşısında dik duramıyordum.

Adam yumruklarını bir daha kaldırdı, vuramadı, öyle donakaldı, bir müddet, sonra da başını sallayarak çekip gitti.

Kantincinin narasına ve masanın gümbürdeyen sesine stüdyodakiler telaşla koşuştu. Benim rahat oturduğumu görünce de özür dileyip müsaade istediler...

Her ne kadar metanetimi korusam da olanları düşünmeden kafam zonkluyordu. O ruh hâliyle arabaya atladığım gibi doğru Sarıyer...

"Sıkılan yumruklara değil, buraya bak... İşte manzara!" dedim. Hayran hayran Boğaz'a, sisler içindeki sahile baktım. Gözlerim kamaşmıştı sanki. Ne çabuk gelmiştim masal diyarına... Arabamı münasip bir yer bulup park ettim. Hanımın özene bezene yaptığı su böreğini alarak önce misafir kabul salonuna uğrayıp teslim ettim, sonra da hane-i saadete geçmek üzere dışarı çıktım. Yalının sol tarafında durdum. Hasret ve sevinç karışımı duygularla bir an evvel sevdiklerine kavuşmak isteğiyle yanıp tutuşanlar birer ikişer geliyordu.

Boğaz boyunca uzanan yol oldukça kalabalıktı. Daldan dala uçuşan serçeler, gelenleri selamlıyor gibi cıvıldaşıyordu.

Çoktan olanları unutmuştum.

Namazdan sonra hemen yemeğe geçildi. Çorbamızı bitirip etli bir yemek almıştık. Abimiz, kendi tabağındaki kocaman bir parça eti bizim tabağımıza aktarırken; "Bizim işlerimizin tamamı sabırdır" buyurdular...

Bir şey yapamadan başımı önüme eğdim. Bu içi, dışı bir, tertemiz numune insan, gönül adamı karşısında dik duramıyordum. Onlar hepten zirveydi, gözümde, gönlümde bir o kadar daha büyümüştü. Öyle iri, öyle kocamandı ki tepesi görünmeyen bir zirveydi âdeta. Kendi yerimin değersizliğini düşünerek iyice küçüldüm, küçüldüm... İnsanlığımdan tiksindim, utandım, nefsimden nefret ettim bir daha iliklerime kadar. Abimizin dostça, samimice elimi sıkmasından kendime tarifsiz bir kuvvet gelmişti.

"Ne güzel insanmışsın hey mübârek Abim." Bunu geç de olsa anladığım için tarifsiz bir sevinç içindeydim.