Akıl almaz şeylere üzülmüştüm...

Öteleri arzulamak varken çoluk çocuklar gibi çelik çomakla oyalanmak akıllı insan işi değildi.

Çocukluğumun geçtiği mahallenin zelzelede yıkılması, tanıdık simaların bir bir aramızdan çekip gitmesi, beni bilen, ailemi tanıyanların, çocukluğuma dair her şeyi hatırlatanların azalması ve en son olarak da muhterem babacığımın, canım anneciğimin elveda edip ahirete göç etmeleri ayrı ayrı üzüntüye gark etmişlerdi.

Bazısı küçük, bazısı büyük ama hepsi de kalbimin en müstesna yerinden çok şeyleri koparıp almışlardı Yaşattıkları hep aynıydı; çaresizlik ve acı! Şunu anladım ki bütün bu saydığım sıkıntı ve acıları yaşayıp ve onların getirdiği hediyeleri almadan göçüp gidersem bu fâni dünyadan; işte o zaman çok şey kaybetmiş olacaktım.

Daha neler neler Akıl almaz şeylere de üzülüp kahrolmuştum. Galiba bunların altında her şeyin gelip geçici olduğunu unutmam vardı. Bu dünyayı "ebediyyen kalacağım yer" olarak kodlamışım beynime. Maalesef kendimi de "ev sahibi" olarak görüyordum. Bütün gayretim bir şeyleri istediğim şekle getirmek, zevk ve taleplerime göre bitmeyecek, kaybolmayacak kadar sabitlemekti. Oysa bu mantık bana hep üzüntü vermekten maada bir işe yaramamıştı. Ne dünya daimî evim, ne de ben bu dünyada sonsuza kadar ev sahibiydim. Ne gelen gitmekten kurtulabiliyordu, ne de giden dönüyordu buraya.

Bütün üzüntülerim "kayıp" olarak gördüklerimden dolayıydı... Bir şeye ne kadar kıymet verip bağlanıyorsam, elimden gitmesine de o kadar yanıyordum. Olduğundan fazla kıymet vermeseydim bu dünyaya ve içindekilerine bitmesinden dolayı da o kadar üzüntü duymaz, yeniden kavuşmaya da isteğim olmazdı. Öteleri arzulamak varken çoluk çocuklar gibi çelik çomakla oyalanmak akıllı insan işi değildi. Kaybettiğim kıymetli şeyler acı vermek için değil, asıl olana yüzümüzü döndürmek ve bitmeyecek olanı, devamlı yanımda kalabilecek olanı istemek içindi de benim onu anlayacak kabiliyetim yoktu.