Türklerde Bâtınîlik ve Hurûfîlik

Türkler Orta Asya, Horasan, Mâverâünnehir, Îran ve Anadolu'da çok değişik dinlere dâhil olmuşlar, bu dinlerin harf sistemiyle duâlar ve kitaplar yazmışlar, fakat hiç birisinde sâbit-kadem (devâmlı) olmamışlardır. Rüzgâr onların yönünü hep Kâbe-i muazzamaya çevirmiştir.

10. asır Türklerin doğum yüzyılıdır. Türkler bu asırda Müslüman oldular. Müslüman Türkler arasında hâlâ başka dinlere meyledenler çıkmışsa da esas sıkıntı İslâmiyet içine yerleşen fesat ve ayrımcı akımlar olmuştur. Bu akımlar İslâm dışı gibi görünmeyip en büyük fitneyi çıkarmışlardır.

İSLAMİYET'İN İLK BÜYÜK FİTNESİ: FÂTIMÎ DEVLETİ

Şiî Fâtımî devleti, Sünnî Hılâfet'e alternatif olarak evvelâ Tunus'ta kuruldu. Seyyar olup merkezî otorite tanımayan Berberîleri kullanan bu akım, sonra yerli ve şehirli bir merkeze, yâni Mısır'a taşındı. Bir anda büyük bir hızla yayılarak Fas, Cezâyir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Sûriye'de egemenlik kurdular. Çığ gibi büyüyen Şiî-İsmâilî itikatlı devlet, çok katı kurallara dayanıyordu. 909'da kurulan bu devletin ilk askerleri de Berberîlerdi. Sahravî (çöl) olan bu ayrıksı kabîleler gayr-i medenî ve tahripkârdı. Kuruluş felsefesinin ilk temsilcileri gibi bu devlet hep sû-i kasdci, ihtilâlci ve yıkıcı olmuştur. Mısır'da kuvvetlenmek ve yayılmak için ordularını, Türk, Arap, Sûdan ve hattâ Ermenilerle takviye ettiler.

Her yerde lider olmayı şiâr edinen Türkler, burada da bir ara idâreyi ele geçirmiş olmalarına rağmen Ermenî asıllı Bedreddin Cemâlî'nin vezâreti döneminde bu üstünlüklerini kaybettiler. Bu olay sonrasında Türkler tasfiye edilmiş ve asıl Fâtımî kuvvetleri Ermeni, Arap ve Sûdanlılardan oluşmuştur.

Mısır'da Müizeddîn-Allâh döneminde asırlarca eğitim merkezi olacak Ezher Medresesi (El Ezher) kurulmuştur. Bu medreseye hiçbir şekilde Sünnî ulemâ alınmmıyordu.

Fâtımiyye, gücünü siyâsî olarak Sünnî Abbâsî devletine karşı olan düşmanlığından alıyordu. Fâtımî dâîler (tebliğci ve sû-i kasdci) çoğalan habis bir ur gibi her yere yayılıyorlardı. Bu arada Buhâra'da hüküm süren Sâmânîlerin de içine girdiler ve yaygın olarak idârede bulunan Türk vâlilerle de yakınlık sağladılar.

Maverâünnehir'de 9-11.yy.larda hüküm süren Sâmânîler, aslında Belh çıkışlıdır. Bâzı kaynaklar bu devleti Sogd kökenli olarak göstermektedir. Sogdlar Îran dilini konuşurlardı. Sâsânîlerin Akhun Türklerinden olma ihtimalleri de vardır. Bu devlet II. Sâmânî hükümdârı Nasr b. Ahmed b. Sâmânî zamânında Şiî-Bâtınî oldu.

Bu arada Türkistân hükümdârı Yâkûb b. Leys de Şiî Bâtınî olunca bunlar Türkler arasında da büyük bir nüfûza sâhip oldular.

BÜYÜK SELÇUKLULAR VE BÂTINÎYYE

Büyük Selçuklıu Hükümdârı Tuğrul Bey'in kardeşi Çağrı Bey'in Horasan vâliliği döneminde, Muîneddîn Nâsır-ı Husrev çok önemli görevlerde bulundu. 1046 yılında Hicaz'a gitti. Sonra Horasan dâî-i a'zamlığına getirildi. Sonra kardeşi Ebû Saîd ile Belh'e geldi. Kendisine "Huccet-i Horasan" unvânı verildi. (Huccetlik Bâtınîlerde dâîlikten üstün bir makamdır. Bu suretle "imâm" olma şansı da yakalanır). Tabîî ki bu unvanlardan Selçukluların haberi olmuyordu. Sarayda üst düzey vazifede bulunan Muîneddîn, takvâ sâhibi bir Sünnî gibi davranıyordu. Bu şahıs büyük sûfî Ebu'l-Hasan el Harekânî zâviyesinde gizlendi. Orada da Sünnî gibi görünüyordu.

Türkistân'da İsmâîlî-Pamir hareketini kuran Muîneddîn Husrev, Bedahşân'ın köylerinden Yemlekân'da öldü.

Sultân Tuğrul zamânında i'tikâden Mu'tezile olan Kerâmîlik mezhebine mensup vezîri Amîdü'l-Mülk sarayı yönlendiriyordu. İşin vahâmeti bununla da bitmiyordu. Selçûkîler Anadolu'ya yürüdükçe Şiî-Bâtıniyye bu bölgede de yayılmaya başladı

Salâhaddîn-i Eyyûbî'nin Şâfîî-Sünnî i'tikâdda olması Şam bölgesinde Ehl-i Sünnetin yayılmasını kolaylaştırdı.

Îran Selçûkîleri, Sultan Sencer evlât bırakmadan öldüğü için vâliler bağımsız beylikler gibi hareket etmeye başladılar. İşte bu arada Salâhaddîn Eyyûbî'nin Mısır'a yerleşmesiyle Sünnî devlet i'tikâdı, 278 sene süren Mısır Şiî i'tikâdının da sonu oldu.

HULÛL MES'ELESİ (RÛH GEÇİŞKENLİĞİ)

Türkler arasında belli bir süre kabûl gören Budizm ve Maniheizm'de hulûl mes'elesi Bâtınîliğin kullandığı argümanlar arasında idi. Onların birtakım prensipleri İbâhıyye tarafından benimseniyordu.

Burada Hristiyanlığın da inanç sisteminde olan "Tanrı'nın insana benzeyişi" inancı da Bâtınîliğin Allâh'ın kulları tarafından temsîl edilmesi prensibine uyuyordu.

Hristiyan dünyâsının önemli Sistin Şapeli'ndeki Michelangelo'nun 1511 yıllarında yaptığı "Âdem'in Yaratılışı" tablosu da hâşâ Allâhü teâlayı insan şeklinde tasvîr etmiştir.

İslâmiyette tecsîm veyâ teşbîh de (cisimlendirme ve şahıslaştırma) denilen bu i'tikâd bugün sâdece Gulât tâifesinde var olup Şiâ'nın çoğunluğunda ve Sünnî i'tikadlarda yoktur.

Bu arada Bâtınıyye'nin propagandaları Türkmen kabîleleri arasında yayılıyordu. Sünnî i'tikâdın müeyyidelerini uygulamakta zorlanan okur yazarları, Kur'ân-ı kerîmdeki mukâta'at harfelerinin (Kesik harfler; Elif lâm mîm gibi) Bâtınîlerce te'villerini nefislerine hoş geldiği için benimsiyorlardı. Medrese kültürü alanlar ve Sünnî tekke mensupları ve geniş anlamıyla şehir halkı Bâtınıyye'ye iltifât etmiyordu.

ŞAMANİZM VE BÂTINİYYE BENZERLİĞİ

Orta Asya Türklerinin Şamanizm'i Pamir'e kadar gelen Şiâ-yı Bâtıniyye arasındaki benzerlik ve bu arada Alî ibn Tâlib'in (Hazret-i Alî kerremallâhu vecheh) hâşâ ilâhlaştırılması kendisini en büyük Türk Tengrisi olan Kök Tengri'ye muâdil bir makam iâre edilmesi (benzetme) Türklerde bu inancı kuvvetlendirmeye başladı. Zamanla Sünnî ve Alevî Türkler arasında Hazret-i Alî sevgisi çok arttı. Bunda Hazret-i Alî'nin cengâver ruhlu oluşu Türklerin yapısına uygun bulunduğu için her iki Türk grubunda da Ali adı en çok konulan isimlerin başında geldi.

Türklerde Sünnî hutbelerin vazgeçilmezlerinden olan Hulefâ-i Râşidîn övgüsünde Hazret-i Alî için "İbni 'amminnebiyyi kâli'il Bâbil Hayberiyyi zevc-i Fâtımetezzehrâi bintinnebiyyi emîril mü'mîn, esedullâhil gâlibi Aliyyibni Ebî Tâlib" (Resûlullâh Efendimizin amcasının oğlu, Hayber kalesi kapısını açan, Efendimiz'in dâmâdı Hazret-i Fâtıma'nın zevci, mü'minleri emîri, Allâh'ın arslanı, savaşların gâlibi Ebû Tâlib'in oğlu Alî) diye övülürdü...

Bu arada Bâtınîliğin Harezm'de de hâkim olması isteği Türkler tarafından desteklendi.

Hâlâ ısrarla tebliğlerini sürdüren Sünnî fakihlerin hakk kuralları o zaman bazı Türkmenlerin yaşayışı ile bağdaşmıyordu. Namaz, oruç ve diğer bâzı ibâdetler İslâmiyet'e yeni intibâk etmeye çalışan Türkmen kabîleleri arasında Bâtınîliğe meyli artırıyordu. Onlar arasında kam-ozan etkisi hâlâ yaygındı.

Alâeddîn-i Cüveynî'nin ifâdesine göre Türkler dînî reislerine "tuyuk" dinlerine ise "nom" adını vermişlerdir.

Türkler kendi din adamlarına, rûhânîlerine "tüyon, kâhin veyâ kam derlerken İslâmiyet'ten sonra kamlarına "ozan" adı verdiler.

MOĞOL KATLİÂMLARI

Moğol istîlâsı sırasında Bâtıniyye'nin tahrîkiyle Moğolların Sünnî katliâmı genişledi. Özellikle Nişâbur ve Mâzenderân'da büyük Sünnî katliâmı yaşandı. Bununla yetinmeyen Moğollar sonra da Şiî katliâmını gerçekleştirdiler.

ANADOLU'YA SÛFÎ GÖÇÜ

XII. yy. sonlarında Yûsuf-ı Hemedânî'nin büyük bir Ehl-i beyt sevgisine dayanan sûfiyye meşrebi, Bâtınî-Şiîler tarafından da kabul görmeye başladı. Zâten Sünnî akâidde de Resûlullâh Efendimiz'in soyu Ehl-i Beyt'e olan sevgi başlangıçtan zamânımıza kadar hiç bitmeyen derin bir muhabbet olarak devâm eder.

İşte Hemedânî hazretlerinin bu Ehl-i beyt sevgisiyle fakat Sünnî akâid üzerine binâ ettiği tarîkati, onun en tanınmış halîfesi Ahmed Yesevî hazretleri tarafından mülâyemetle fakat tâvizsiz bir hakk i'tikâd ile perçinlendi. Artık, O, Pîr-i Türkistân'dı ve bu bölgede onun adına tekkeler açılmaya başladı.

Sonra da ad olarak Yesevîlik'ten ayrılan ama aynı Sünnî i'tikâd üzere kurulan, 13. Yy. ortalarında Mâverâünnehir'deki Nakşiyye'nin aktif dînî hüviyyet ve teblîgâtları ile, Şiâ'yı adım adım kovalamaları sonrasında, medreselerden ve Nakşîlerden kaçan Bâtınîler Anadolu içlerine kadar geldiler.

Bu arada Necmeddîn-i Kübrâ'nın halîfeleri de Moğol zulmü ve katliâmı üzerine batıya göçmeye başladılar. Bunlar Harezm ülkesinden yine batıya göç eden Sultânü'l-ulemâ Bahâeddîn Veled (Hazreti Mevlânâ'nın babası) da Malatya'ya gelmişti. Her biri büyük Sünnî tarîkat erbâbı olan bu âlim sûfîler Anadolu'da tasavvuf akımının hızla yayılmasına sebep oldular.