Kânûnî Sultan Süleymân, "Muhibbî" mahlasıyla şiirler kaleme almıştır. Onunla aynı devirde yaşayan şair Trabzonlu Figânî de divan şiirinin meşhur isimlerindendir ve dramatik bir hayat sürmüştür. Her ikisi de şiirlerinde âyet-i kerime, hadîs-i şerif ve kelam-ı kibarlara yer vermişlerdir.
Büyük milletler arkalarında yıllarca sürecek bir ma'nevî mîras da bırakırlar. Fetih ve işgallerle büyük topraklar elde edebilirsiniz, dünyânın büyük bir kısmına sâhip de olabilirsiniz ama san'at ve estetizme yabancı iseniz sâdece müstevlî olarak anılırsınız.Şunu unutmayalım: Hunlar, Moğol bağlantılı Türkler, Göktürkler askerî sahada çok başarılı oldular ama yerleşik konuma geçen ve yazılı belge biriktiren Uygurlar kadar medenî sahada söz sâhibi olamadılar. Burada Uygurların yerleşik hayâta geçmeleri ve altyapıya uygun şehirleşmeleri çok önemliydi.Göktürklerin o zamanda çok zor bir san'at olan kakma yöntemiyle taş yazıtları kullanmaları ve kısmen savaş sahneleri anlatımı mâhiyetinde olan âbideler, sonraki Osmanlı vak'anüvisliğinin de örneğini teşkil etmiştir.İslâmiyetten önceki şecâat ve mertliğini de devâm ettiren Türkler, İslâm dairesine dâhil olunca Medenî (şehirli) olma ve cihâd rûhu ile târîhin en muhteşem devletlerini kurdular.İKİ MU'ÂSIR ŞÂİRİlk şâirimizTrabzonlu Figânî'dir. Dramatik bir hayâtı vardır. Îdâm edilmiştir. Tabîî neden diye merâk edilecektir. En büyük sebepSadrıa'zam İbrâhim Paşa'ya muhâlif olması gösterilse de net değildir, ama sıhhatten de hâlî değildir.Devrin sadrıa'zamı İbrâhim Paşa, Yavuz Selim'in mutallaka (dul kızı) Kânûnî'nin kız kardeşiHadîce Sultanile evlenerekDâmat İbrâhim Paşaolmuştur. Kendisi Yunanistan sınırlarındaki Parga'da dünyâya gelen fakîr bir balıkçının oğludur. Önceleri esir alınarak zengin bir hanıma satılmış, orada san'at bilgilerine sâhip olmuştur. Sonra takdîr-i ilâhi Kânûnî'ye dâmat olmuştur. Çok kabiliyetli ve çok zekî olmasıyla ikbâl merdivenlerini çabuk tırmanmıştır.Figânî ile aralarında geçen hâdiseye gelince: Kânûnî 1526'da üçüncü seferindePetervaradin'i almış,Mohaç'ta büyük bir zafer kazanmış,Budin'e girmiştir. Burada tunçtan yapılmış olanHerkül, ApollonveDiyanaheykellerini İstanbul'a getirmiş veAt Meydanı'ndaki Pargalı İbtâhim PaşaKonağıkarşısına diktirmiştir.(Sonra bunları Pargalı'nın kendi konağının bahçesine naklettirip oraya diktirdiği de rivâyet olunur.) Bunun üzerine Figânî belki de katline sebep olan o meşhur beyti yazmıştır:"Dü İbrâhîm âmed be-rûy-i cihân/// Yekî büt-şiken şüd dîger büt nişân."(Cihâna iki İbrâhim geldi. Biri putları kırdı, diğeri put dikti.)Putları kıranHazret-i İbrâhîm'dir.Bu Farsça beyti Türkçeye şöyle aktarmışlardır:"Bir Halîl evvel gelip asnâmı kılmıştı şikest,/Sen Halîl'im şimdi geldin halkı kıldın büt-perest."Bu beyit, alâ rivâyetin Figânî'nin başını götürmüştür.Pargalı'nın îdâmına da asıl sebep, İbrâhîm'in Bağdad seferinde kazandığı zafer ve unvan sonrasında kendisini sultan unvanıyla anması ve hattâ adına sikke bastırması ölümüne sebep olmuştur rivâyeti daha geçerlidir.FİGÂNÎŞimdi Figânî'nin Dîvançesi'ndeki bahse konu ibâreleri verelim:Midhat-i tîgun sehâ "lâ seyfe illâ zülfikââr ///Vasf-i şân-i tîr ü kavsün âyet-i"nûn ve'l-kalem"(Ey cömert, kılıcının övgüsünde "Zülfikâr'dan başka kılıç yok (hükmündedir) Ali'den başka da daha yiğit bir genç yoktur.) Bunu söyleyenMünebbihde aynı zamanda kılıcın da ilk sâhibi olarak bilinir. "Nûn vel-kalem" devâmı "vemâ yesturûn". (Kalem ve onunla yazılanlara selâm olsun.)"Cihâd hakkını kim setr iderse hakkında /// Lisân-ı hâl ile olur"fekad kefera".Bu beyitte yer alan "fekad kefera" bir âyet ve bir hadîste geçer:"Men fesserel Kur'âne bi re'yihî fekad kefera"(Kim Kur'ânı kendi reyine göre tefsir ederse kâfir olmuştur.)Hüsn-i hulkıla seni ser-defter-i "mâ yesturûn///Hâme-i kudretle yazdı nakş-ı bend-i "kâf u nûn"(Güzel bir ahlakla seni defterin başına Nun, kalem ve onunla yazılanlara and olsun ki sen Rabb'inin ni'metine uğramış bir kimsesin diye yazdı.)"Kâf ve nûn" yâni "kün" (ol) emridir. Bu daBakara 117, Nahl 40, Âli İmrân 6, 47, 59; Meryem 35, 36; Yâsîn 82 ve Mü'min 86'da"kün feykûn" (ol dedi ve oldu) şeklinde geçer."Sâkin olaldan mahallende rakîyb-i nâ sezâ/// Reşk idüpdür cân u dil "yâ leyte kavmi ya'lemûn" (Rakîbim senin mahallende hiç de lâyık olmadan oturduğundan beri, gönlüm öyle ister ki keşke kavmim bilseydi. "yâ leyte kavmi ya'lemûn" (Keşke halkım bilseydi.)"Yâsîn 26"Len tenâlül birra hattâ tunfikû" dirsem revâ /// Baş cân terk idelüm "küllün ledeynâ muhdarûn" (Allâh yoluna sevdiklerinizden harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz (Onların hepsi toplanıp karşımda hazır bulunacaklardır, (kavl-i kerîmi mûcibince) onların hepsi (herkes) tonlanıp karşımızda hazır bulunacaklardır. (Hazır bulunacaksınız; ona göre mallarınızdan infâk edin) Ali İmrân 92 "küllün ledeynâ muhdârûn" Yâsîn 32Prof. Dr. Abdülkâdir Karahan, Figânî ve Dîvânçesi, İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. 1966 İstanbulMUHİBBÎ (KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMÂN)"Zikr-i "bismillâhirrahmânirrahim"/// Âşikârü gizliyi sensin 'aliym.""Besmele hakkında Figânî şiirinde geniş bilgi verildi.bk. Figânî g.XV"Oldı hakkunda senün nâzil çü"tahâ vü yâsîn"///Hak rûb-i âsitânun şehber-i rûhü'l-emîn." (Senin hakkında "tâhâ ve yâsîn" nâzil oldu. Cebrâl'in kanadının en uzun tüyü eşiğinin süpürgesidir.)"Tâhâ" 20. sûredir. (Yâ Muhammed! diye anlam verilmiştir. "Yâsîn"36. sûredir.Kûyundan ırağ eyledi dil cânını teslîm ///"Men mâte gariben hüve kad mâte şehîden" (Gönül canını bulunduğun yerden uzak teslîm eyledi. Gurbette ölen şehîd olarak ölmüş olur.) Men mâte… Hadîsi şerîftir.)"Hâ mîmharfi dü nâmundan işârettür/// "Hâ"yaAhmeddidiler"mîm"e dahiMustafa"hâ mîm"harfleri iki ismindir; senin işâretindir; "hâ' Ahmed "mîm' e de Mustafa dediler Rasûlulâh Efendimiz buyurdu ki: Kur'ân-ı kerîm de "Hâ mîm" ile başlayan sûreler yedidir."Hâ mîm" ile başlayan şekillere "havâmîm", "tâ sîn" ile başlayanlara da "tavâsîn" denilmiştir."Tîre zülfünden vire her lâhza"ve'l -leyl" haber/// Ârızun tefsîrini key rûşen itmiş "ve'd-duhâ"(Ve'l-leyl her an kara saçından haber verir.)"Vedduhâ velleyl" Duhâ 1"Vedduhâ yanağının tefsîrini ne güzel açıklamış. (Yüz edebî tasavvufta safha-ı Kur'an olarak bilinir. Bu yüzden yüze vurmak yasaklanmıştır. Ayrıca Mü'minin yüzüne bakmak ibâdettir. Yine edebî tasavvufta kara saç kesreti, nefsi ve hakîkati örtmeyi temsîl eder.) Unutmamalı ki gerçek tasavvufta şüphe izhâr eden bir ibâreye rastlanmaz. Aşk şarabı, bezm-i elest sarhoşluğu gibi ibâreler Arap ve Fars divânınından gelen sıkıntılı sözlerdir. Bağdatlı Rûhî'nin şu beyti buna örnek temsîl eder: "Sanman bizi ki şîre-i engür ile mestiz /// Biz ehl-i harabattanız mest-i Elest'iz. (Siz bizi şarap ile sarhoş olmuş mu zannediyorsunuz Biz harâbat ehli olarak Elest Bezmi'nin sarhoşlarıyız.)Dîvân edebiyâtı bazı konularda çokça tenkîd edilmiştir, ama çoğu halîfe olan Osmanlı sultanları, şeyhülislâmlar ve ulemâdan birçok zat, bu edebiyatla iştigâl etmişlerdir. Arab ve Fars edebiyâtında eski gelenek olan aşk, kadın ve şarap mefhumları, Osmanlı şâirleri tarafından mükemmel bir kamuflajla tekke edebiyâtına çevrilmiştir."Cidd ü cehd ile nigâra irişe mi didüm /// Geldi hâtiften nidâ eydür ki "illâ mâ se'â"(O azim ve çalışma ile sevgiliye erişilir mi dedim. Gâibden şöyle bir ses geldi: "Ancak çalıştığının karşılığı vardır.""Ve en leyse lil insâni illâ mâ se'â" Necm 39İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.)"Gördiler hâk olduğum yolunda ey âlî-cenâb///Reşk idüp dir ehl-i dil "yâ leyteni küntü türâb" Nebe' 40