Yeni Dil İnşası ve Türkiye Yazma Eserler Kurumu

Ülkemizde son dönemde yaşanan köklü dönüşümün en önemli katkısı, kuşkusuz uzun dönemdir kesintiye uğratılmış özgüven duygusunun yeniden tazelenmesidir. Sürekli edilgen hissettiren hegemonik Batı dili, her şeyi etkilediği gibi toplumun geçmişiyle bağ kurma biçimini de şekillendirmiştir. Bu dönemde geçmişe tutunma ihtiyacı daha çok bu hegemonik saldırıya karşı bir tür savunma malzemesi sağlamıştır. Ancak, son dönemde bu hegemonik dil kırıldıkça özgüven tekrar kazanılmış ve geçmişle sağlıklı bir ilişki kurabilme imkânı da artmıştır.

Gelinen noktada ülkemizde, geçmişle kopartılan bağı tekrar güçlendiren ve günümüze bu birikime dayalı girişilen yeni dil inşası çabası, yalnızca geçmişle retorik ya da sembolik bir yeniden bağ kurma arayışını değil; bilginin kaynağı, meşruiyeti ve dolaşım biçimi üzerine kurucu bir yeniden düşünmeyi ifade etmektedir. Bu bağlamda Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı'nın faaliyetleri, çoğu zaman fark edilmese de, bu yeni dilin entelektüel zeminini oluşturan en kritik zeminlerden birisini oluşturmaktadır.

2010 yılında kurulan Başkanlık, 8.yüzyıldan 20.yüzyıla uzanan geniş bir zaman diliminde ve geniş bir coğrafyada Türk-İslam tarihinin düşünsel gelişimine tanıklık eden dinî ilimlerden matematik, fizik, astronomi, felsefe, tıp, edebiyat, tarih ve siyaset gibi her alandaki kaynak eserleri erişilebilir kılmaya istikrarlı bir şekilde devam etmektedir. Kurumun web sitesinde,465 bin yazma ve nadir matbu eserin dijitaline, 640 bin eserin ise künyesine erişilebilmektedir.

Yeni bir dil inşası, geçmişle kurulan ilişkinin biçimini dönüştürmeyi gerektirir. Uzun yıllar boyunca Türkiye'de yazma eserlerle kurulan ilişki dar bir akademik uzmanlık alanına sıkışmıştı. Bu durum, geçmişi ya farkında olunmayan bir miras ya da yalnızca teknik olarak incelenmesi gereken kapalı bir alan hâline getiriyordu. Türkiye Yazma Eserler Kurumu'nun yaklaşımı ise geçmişi donmuş bir referans olmaktan çıkartarak, yeniden okunabilen, tartışılabilen ve bugüne dair konuşmada kullanılabilen bir hafıza, bir bilgi alanı hâline getirme çabasına tekabül etmektedir. Bu yönüyle kurum, bugünün dilini geçmişin derinliğiyle yeniden bağ kurma imkânını sağlamaktadır.

Hafızası dağınık, erişilemez ya da fiziksel olarak tahrip olmuş bir geçmiş, yeni bir dil üretemez; ancak simgesel göndermeler üretir. Yazma eserlerin sistematik biçimde korunması ve erişilebilir kılınması, geçmişin seçmeci ve parçalı bir anlatıdan çıkartılıp bütünlüklü bir referans alanına dönüştürülmesine imkân tanımaktadır. Özellikle dijitalleştirme, kataloglama ve araştırmacılara açılma süreçleri bu hafızanın toplumsal ve akademik dolaşıma girmesini sağlamaktadır. Yeni bir dilin oluşabilmesi, geçmişin yalnızca "bilinmesini" değil, farklı disiplinler, kuşaklar ve entelektüel çevreler tarafından yeniden tahkik edilmesi ve yorumlanmasını gerektirmektedir. Yazma eserlerin kapalı raflardan çıkıp ulusal ve uluslararası akademik ağlara dâhil edilmesi, Türkiye'de düşünce üretiminin referans evrenini genişletmekte ve tek yönlü Batılı modernleşme anlatılarının ötesine geçebilecek bir dilin önünü açmaktadır.

Bu sürecin en önemli katkılarından biri, entelektüel öznenin yeniden konumlanmasıdır. Yazma eserler üzerinden yürütülen sistematik çalışmalar, kendi kaynaklarıyla konuşabilen, kendi kavramlarını yeniden tahkik edip dolaşıma sokabilen bir zemini oluşturmakta ve güçlendirmektedir. Bu durum, yeni dilin taklitçi ya da savunmacı olmaktan uzaklaşarak, kendi kavramsal özgüllüğünü inşa etmesine imkân tanıyacaktır.

Bu sürecin derinleşmesi ve kalıcı hâle gelmesi, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı'nın sağladığı imkânların özellikle üniversiteler tarafından daha güçlü biçimde sahiplenilmesine ve kurumsal bağların niteliksel olarak güçlendirilmesine bağlıdır. Yayımlanan çalışmaların üniversitelerde yürütülen lisansüstü çalışmalar, araştırma projeleri ve uzun soluklu çalışmalarla beslenmesi ve mayalanması gerekmektedir. Ancak, üniversitelerimiz açısından bu bağlamda aşılması gereken zihinsel bariyerler bulunmaktadır. Öncelikle, yazma eserler üniversitelerde hâlâ oldukça kısıtlı bir alanla ilişkilendirilmesidir. Dolayısıyla, yazma eser çalışmaları birkaç bölümün, hatta birkaç kişinin omuzlarına yüklenmiş dar bir uzmanlık alanı olarak algılanmaktadır. Bu durum, yazma eserlerin felsefe, hukuk, siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji ya da eğitim gibi disiplinlerle doğal bağlarının kurulmasını engellemektedir.

Oysa yazma eserler, yalnızca filolojik ya da tarihsel bir uğraş değil, düşünce üretiminin çok sayıda alanını besleyebilecek kurucu metinlerdir. Bu bariyer nedeniyle, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı'nın sağladığı kataloglar, dijital koleksiyonlar ve neşirler, birçok üniversitede sistematik biçimde tez konularına ve araştırmalara yeterince yansıtılamamaktadır. Tez süreçleri çoğu zaman daha hızlı sonuç veren, literatürü hazır ve metodolojisi oturmuş alanlara yönelmekte; yazma eser temelli çalışmalar ise riskli, zaman alıcı ve kurumsal destekten yoksun alanlar olarak görülmektedir. Diğer taraftan, üniversitelerin yazma eserleri çağdaş sorunlarla ilişkilendirme konusunda yeterince cesur ve yaratıcı davranamamasıdır. Yazma eserler çoğu zaman yalnızca tarihsel bağlamları içinde ele alınmakta; bu metinlerin hukuk, siyaset, ahlâk, iktisat ya da toplum tasavvuru açısından bugüne söyleyebilecekleri sistematik biçimde tartışılmamaktadır. Bu durum, yazma eserleri yaşayan bir düşünce kaynağı olmaktan çıkartıp dar alanlara hapsetmektedir.