Dünya yapay zekâ teknolojisiyle önceki kırılmalardan çok farklı bir teknolojik kırılmaya tanıklık ederken derinden devam eden iki dönüşümü de eşzamanlı yaşamaktadır: enerji geçişi ve dijitalleşmenin derinleşmesi. Enerji kaynaklarında geleneksel enerji kaynaklarının payını sürekli azaltmayı ve temiz enerji kaynaklarını ana enerji kaynakları olarak öne çıkartmayı hedefleyen enerji geçişi artık çoğu ülkenin hedefleri arasında yer alıyor. Dijitalleşmenin derinleşmesi ise bir geçişten ziyade teknolojik gelişme ivmesinin kaçınılmaz sonucu. İlginç bir şekilde her iki dönüşümün de dayanağı, dolayısıyla bağımlı olduğu şey nadir metaller ve nadir toprak elementleri. Son dönemde Amerika'dan Çin'e ve Avrupa kıtasına kadar liderlerin açık bir şekilde politik tutumlarının temelinde bu metaller ve elementlerin ele geçirilmesinin yer alması şaşırtıcı olmasa gerek.
Guillaume Pitron, 'Nadir Metaller Savaşı: Enerji Geçişi ve Dijitalleşmenin Karanlık Yüzü' başlıklı kitabında bu iki dönüşümün dayandığı nadir metaller savaşının boyutlarının anlaşılmasına kapı aralıyor (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2024). Nadir metaller dijital teknolojilerin kapasitesinin artırılmasından çip üretimine, havacılık sanayinden rüzgar türbinlerinin kanatlarına ve güneş panellerine, elektrikli araçlar ve bataryalarına kadar bu iki dönüşümün hemen hemen tüm bileşenlerinde yaygın bir şekilde kullanılıyor. Dolayısıyla, her iki dönüşümün sürdürülebilir olabilmesi için nadir toprak elementlerine ihtiyaç var. Bu elementleri cazip kılan sahip oldukları manyetik, optik ve katalitik özellikleri (sh.XX). Nadir metaller, doğada bol bulunan metallere bağlı olarak var olmakta, ancak bu metallere miktar olarak son derece küçük oranlarda karışmış oldukları için de nadir metaller olarak tanımlanıyor. Bu nedenle elde edilmeleri oldukça zorlu süreçler gerektiriyor. Örneğin, '…Bir kilogram vanadyum üretebilmek için 8,5 ton kayaç, 1 kilogram seryum için 16 ton, 1 kilogram galyum için 50 ton, daha da nadir bir metal olan lütesyumun 1 kilogramı için baş döndürücü bir sayı olan 1.200 ton kayaç arıtmak gerekir…'(sh.XXI).
Paris anlaşmasıyla küresel bir dönüşüme yol açan çevreye duyarlı bir enerji geçişinin geleceği nadir metallere bağlı olunca ve nadir metaller de yukarda değindiğimiz gibi çok nadir olunca bu metallerin düzenli tedariki nasıl sağlanabilecektir Daha kritiği, bu metallerin temini hangi maliyetlere yol açmaktadır Pitron'un kitabı da tam da bu konularda oldukça ufuk açıcı bilgiler sunuyor. Öncelikle, nadir metallerin Batı'da merkezileşmediği, Güney Afrika'dan Rusya'ya ve Moğolistan'a, Türkiye'den Çin'e ve Kazakistan'a, Brezilya'dan, Bolivya ve Şili'ye, Arjantin'den Kongo Demokratik Cumhuriyeti'ne kadar geniş bir coğrafyaya dağıldığı görülmektedir (sh.7, 11, 16). Dolayısıyla, nadir metallerde Batı'nın üstünlüğü söz konusu değildir.
Diğer taraftan, nadir metallerin elde edilmesi çevreye kalıcı zararlara yol açan kimyasal süreçleri gerektirmektedir (sh.8-12). Dahası, karbon salınımını azaltmayı hedefleyen enerji geçişini mümkün kılacak nadir metallerin elde edilme sürecinde yapılan salınım, konvansiyonel enerji kaynaklarını elde etmede yapılan salınımdan oldukça fazladır (sh.26). Ayrıca enerji tüketimi de oldukça yüksektir. Örneğin, '…Elektrikli bir otomobilin sadece üretim süreci konvansiyonel bir otomobilin üretim sürecinden daha çok enerji tüketir…'(sh.27). Diğer taraftan, bu metallerin çıkartılmasında, artık stratejik olan su talebi oldukça yüksek olduğu gibi kullanılan suyun kirlenmesi nedeniyle çevreye verdiği zararlar da oldukça yüksektir (sh.10): 'İş bu kadarla da kalmıyor: Nadir toprak elementlerinden her bir tonun arıtılması için 30.000 metreküpten fazla su gerekiyor ve bu su kullanılır kullanmaz asitler ve ağır metallerle yükleniyor…' Dolayısıyla, ortada ciddi bir paradoks vardır. Pitron'nun ifadesiyle, '…Herhangi bir güneş paneli, rüzgâr türbini, elektrikli araba ya da tasarruflu ampul, daha hizmete girmeden önce bile bir "ilk günaha" sahiptirler: Enerji ve çevre açısından içler acısı bir bilanço sergilerler…' (sh.18).
Batı burada da ikiyüzlü bir tavır sergiler. Kendi ülkelerinin bu çevresel felaketi yaşamaması için bu madenlerin kendi ülkelerinde çıkartılmasından tedrici bir şekilde vazgeçmiş, daha çok uygun fiyatla tedarik edilmesine ve bu ürünlere yönelik yüksek teknolojinin geliştirilmesine odaklanmıştır. Bir başka deyişle, Batılı ülkeler enerji geçiş sürecinde nadir metallerin elde edilmesindeki çevresel yıkımın maliyetini Batı dışı ülkelere fatura etmeyi tercih etmiştir. Pitron da yaşanan bu ikiyüzlülüğe işaret etmektedir: '…Bu anlamda dijital teknolojilere ve yeni enerji teknolojilerine geçiş en varlıklı sınıflar için bir geçiştir: Kirliliği daha zengin kent merkezlerinden alıp bütün gerçek etkilerini ve yükünü hissettireceği en sefil ve gözlerden uzak bölgelere taşır…'(sh.39).
Dolayısıyla, Batı'nın hesabı nadir metallerde maliyeti Batı dışı ülkelere kaydırıp getiriyi Batılı ülkeleri, uzun zamandan beri tıkayan ekonomik durağanlıktan çıkartmak için kullanmak! Bunu da gizleme gereği bile duymadılar. Pitron'un belirttiği gibi, Dünya Bankası Başekonomisti Lawrence Summers tarafından 1991 yılında imzalanan 'Summers Memo' ile '…gelişmiş ekonomilerin çevreyi kirleten sanayi kollarını "çevresel kirlenmenin büyük ölçüde düşük olduğu Afrika'daki az nüfuslu ülkeler başta olmak üzere" yoksul ülkelere ihraç etmeleri önerisinde bulunuyordu…'(sh.58). Bu tavsiye meyvelerini de verdi: '…Örneğin 19.yüzyılın ortasında dünya maden üretiminin %60'tan fazlasını temsil eden Avrupa, günümüzde ancak %3'ünü temsil ediyor. Aynı gözlem ABD için de geçerli; onların II. Dünya Savaşı ertesinde %40 olan payı günümüzde %5'ten azdır…'(sh.59).
Ancak, Batı bu tercihinin ekonomik maliyetleriyle şimdi yüzleşmektedir. Bu politikayı fırsata çeviren Çin, nadir metallerde sessiz bir şekilde ana tekel haline gelmiştir (sh.76): '…Pekin dünyada tüketilen antimonun %54'ünü, indiyumun %58'ini, florun neredeyse %66'sını, vanadyumun %67'sini, doğal grafitin %73'ünü üretmektedir…Çin silisyumun %67'sini, germanyumun %83'ünü üretmektedir. Bu oran tungstende %86'ya, nadir toprak elementleri için de %85 ila %100'e varmaktadır…' Nadir toprak elementlerinin ana tedarikçileri sadece Çin ile de sınırlı değildir (sh.76): '…Kongo Demokratik Cumhuriyeti kobaltın %63'ünü, Güney Afrika platinin %71, iridyumun %93, rodyumun %81 ve rytenyumun %94'ünü, Brezilya da niyobyumun %92'sini temin ediyor…Paladyumun %40'ını tek başına sağlayan Rusya ve Bor ihtiyacının %48'ini karşılayan Türkiye bu ülkeler arasında yer almaktadır.'
Diğer taraftan, Çin tekelleşmeyi Batı'nın terk ettiği bir alanda tek boyutlu bir politika olarak el almadı. Tam tersine, birbiri ile bağlantılı yeni politikalarla alanı derinden dönüştürme yolunda sabırlı ve uzun vadeli stratejileri devreye soktu. Öncelikle, nadir metallerde tekelleştikçe düşük dozda nadir metal tedarikine ambargo uyguladı. Amaç, tedarikte zorlanacak işletmelerin üretim tesislerini Çin'e kaydırmalarını sağlamaktı. Bu ambargo ile bu maddelere bağımlı üreticiler hammadde tedarikinde sıkıntı çektikçe Çin'in istediği noktaya kolayca geldiler (sh.103): '…Kendi ülkelerinde kalmak ve yeterince hammadde temin edememelerinden ötürü sanayi kuruluşlarını ağır aksak çalıştırmak ya da işletmelerini Çin'e taşımak ve gereken emtiaya hiçbir engelle karşılaşmadan ulaşabilmek.' Çoğu işletme bu strateji ile üretim tesislerini Çin'e taşıdılar. Örneğin, mıknatıs imalatında önde gelen Magnequench, 2006 yılında fabrikasını kapatır ve Pekin'in güneydoğusundaki Tianjin'e taşınır (sh.142).

4