Rahmetli Mehmet Genç'in 'Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi' kitabı Osmanlı'nın iktisadi yapısının temel karakteristiklerini anlama, aynı zamanda Batı'da yükselen ve halen güçlü bir şekilde devam eden sanayi devriminin sonuçlarını ve Osmanlı ve Batı arasında bu dinamik değişimlerin ekonomik yaşam üzerinden etkilerini ve gelişimini, Osmanlı'nın direnme çabalarını anlama imkânı veriyor (Ötüken Yayınları, 2000). Genç'in kitabı oldukça kapsamlı bir çalışma olduğu için değindiği konular ve sağladığı anlayış farklılıklarına bir yazı çerçevesinde hakkaniyetle değinebilmek elbette mümkün değil. Ancak yine de çalışmayı kısaca değerlendirmeye çalışacağız.
Genç, Osmanlı'da iktisadi hayatın üç temel karakteristiğe sahip olduğunu kitap boyunca ayrıntılı olarak ele alıyor: iaşe (provizyonizm), gelenekçilik (tradisyonalizm) ve fiskalizm (sh.41). İaşe karakteristiği, insanların ihtiyacını karşılamayı merkeze alan ve Osmanlı'da kaliteli bir şekilde üretilmesi sağlanan mal ve hizmetlere mümkün olduğu kadar kolay ve ucuz erişimi garanti eden en önemli karakteristik olarak öne çıkıyor. Bu özelliğin teminat altına alınması için üretim merkezleri ölçek olarak belirlenmiş ve hizmetin sunulduğu bölgenin ihtiyacı karşılandıkça genişleyen halkalar şeklinde çevreye taşınabilen mal ve hizmetlerin tüm coğrafyaya yayılmasına izin veren bir yapı oluşturulmuştur. Bu karakteristik insanların ihtiyaçlarını kaliteli ve ucuz bir şekilde karşılamayı merkeze koyduğu için kurulan yapıda ihracat zorlaştırılırken ithalat bir tehlike olarak görülmemiş, tam tersine kolaylaştırılmıştır. Gelenekçilik bu yapıyı korumayı ve herhangi bir sapma olduğunda yapıyı tekrar eski haline getirmeyi amaçlarken (sh.44) fiskalizm hazineye ait gelirleri ulaştığı seviyenin altına düşmeden mümkün olduğu kadar artırabilmeyi hedeflemektedir (sh.46).
Dolayısıyla, Osmanlı'da iktisadi hayatın ana hedefi ihracat değil, insanların ihtiyaçlarının kaliteli ve ucuz bir şekilde karşılanmasıdır (sh.43). Bu yapının bir başka yan özelliği daha vardır. Mal ve hizmet üretenlerin ölçeği ve kârı sürekli kontrol altında tutularak iaşeyi riske sokacak bir büyüme ve tekelleşme önlenmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla, mal ve hizmetlerin üretimi bir sermaye artış yolu olarak değil, tam tersine bir kamu hizmeti olarak değerlendiriliyordu (sh.71). Elbette bu yaklaşımda iaşe özelliği kadar devlet otoritesini güvence altına alma, alternatif güç odaklarının sermaye birikimi üzerinden oluşmasını ve giderek büyümesini önleme hassasiyeti de önemli bir etkendir.
Yüzyıllar boyu devam eden bu yapısal özelliklerin sürdürülebilir olmasında en önemli katkı devlet ve vakıflar üzerinden sağlanmıştır. Ticari olarak sermaye birikiminin büyük sapmalara yol açacak şekilde oluşmasını engelleyen yapı nedeniyle yatırımlar devlet ve özellikle vakıflar üzerinden yapılmıştır. Vakıflar sivil alanın güçlendirilmesinde de önemli katkılar sağlamıştır. Özellikle, Genç'in kitabın farklı yerlerinde vurguladığı gibi Osmanlı'da görevi boyunca en büyük sermayeye sahip olabilen ve bu nedenle de tasarruf yapabilme imkânı olan askeri zümrenin 1900'lü yıllara kadar varisinin devlet olarak belirlenmesi bu kesimin vakıf müesseseleri üzerinden kamusal alanı güçlendirmelerini teşvik etmiştir. Kısaca, Osmanlı iktisadi hayatın ana karakteristiği olan iaşenin sağlıklı işlemesi için sermeye birikimini farklı yaklaşımlar ve müesseseler üzerinden önleyerek sadece iaşe teminini istenilen düzeyde garanti altına almamış, ayrıca devlet otoritesini sermaye birikimi üzerinden sarsabilecek oluşumların da önüne geçmiştir.
Batı-Doğu İlişkileri
Genç'in kitap boyunca vurguladığı en önemli yaklaşım farklarından bir tanesi Batı'nın gelişimine dairdir. Varsayıldığı gibi Batı, Osmanlının gelişme döneminin sonlarına doğru gelişimini tamamlayarak kendi dışına pazar olarak saldırmaya çalışmamış, tam tersine Osmanlı kurulduğunda dahi Batı nihayetinde 18.yüzyılda daha görünür olan yapıya yol açacak değişimlere sahne olmaktaydı (sh.331). Bu nedenle Genç, Batı'nın bu yüzyıllar boyunca süren ve çevrimsel olmayan, yani sürekli gelişen yapısına karşı Osmanlı'nın Avrupa'da ilerlemesini çok önemli bulurken derinden devam eden bu ilerlemenin artık her alanda hissedildiği 18.yüzyıldan itibaren geri çekilmesinin yavaşlığını da çok değerli ve önemli bulur (sh.36, 313). Çünkü gerileme ve daralma bir anda gerçekleşmemiş, bu meydan okumaya karşı cevaplar sürekli üretilerek gerilemenin yavaşlaması sağlanmıştır.
Osmanlı'nın kurmuş olduğu iktisadi yaşamın bu gelişmeler karşısında en zayıf özelliğinin ithalata yaklaşımda ortaya çıktığı görülmektedir. Güçlü olduğu dönemlerde iaşe merkezde olduğu için ithalat bir bakıma iaşeyi kolaylaştıran bir mekanizma olarak telakki edilmiştir. Ancak, Batı'nın iktisadi yapısının özelliği Osmanlınınki ile uyuşmamakta, tam tersine yeni pazarlar üzerinden ihracatı artırmaya ve böylece sermaye birikimine dayanmaktadır. İki zıt dünyanın bu dinamikleri doğal olarak Batı'nın lehine işleyerek özellikle 18.yüzyılla birlikte Osmanlı coğrafyası giderek Batı'nın önemli bir pazarı haline gelmiştir. Bu süreçte bile Osmanlı'nın ithalat duvarını yükseltmek ve ithalat vergilerini artırmak uzun dönem aklına gelmemiştir: '…Oysa bütün bu gayretler yerine, veya yanında, ithal kağıtlarından alınmakta olan gümrük resimlerini maliyet farkına tekabül eden %15-20 oranında yükseltmek, manifaktürü yaşatmaya, muhtemelen yetecekti. Ancak Osmanlı otoritelerinin bu yola gitmeyi hiçbir şekilde düşünmediklerini biliyoruz…'(sh.53). Böylece, Batı sessiz bir şekilde çok uzun dönem sermaye birikimini önemli miktarda artırabilmiş ve nihayetinde askeri güç avantajını da kendi lehine çevirebilmiştir.
Askeri üstünlüğü sağlayan Batı'nın saldırıları arttıkça Osmanlı giderek ekonomik savaşı kaybeden bir sarmala yakalanmıştır. Savaşların artan maliyeti vergi yükünü giderek artırmıştır. Bu dönemde vergi toplama mekanizmaları sürekli yenilenmiştir. Tımardan iltizama ve muacceleye, malikâne sisteminden eshama kadar farklı vergi tahsil yöntemleri bu maliyetleri karşılamaya katkı sunabilse de çözüm olamamıştır (sh.95-193). Bu süreçte yerli sınai üretim sürekli yara almıştır. Ekonomik direnci artırmak için devlet tarafından kurulan üretim tesisleri, hem hammadde temininde yaşanan sıkıntılar hem de ithalat vergileri zamanında yükseltilmediği için Batı'nın fiyatı karşısında tutunamamış, böylece yerli üretim tesisleri sürekli mevzi kaybetmiştir. Dahası, bu süreçte yıkıcı sarmal etkisini artıran iki önemli faktör devrededir. Birincisi, artan savaş maliyetlerini karşılamak için devletin geliştirip uygulamaya koyduğu miri mubayaa sistemidir. Bu sistemle, devletin savaş için ihtiyaç duyduğu ürünler yerli üreticiden çoğu zaman maliyetinin altında temin edilmeye başlanmıştır (sh.260). Böylece, giderek artan savaşları bu sistem üzerinden destekleyen yerli üreticiler zararları karşılayamaz duruma gelmiştir.
Diğer taraftan, kaybedilen savaşlarla yerli üretimin yöneldiği pazarlar sürekli daralmıştır. Kaybedilen pazarlarla üretim sürekli ölçek küçültmek zorunda kalmıştır. Dahası, Osmanlı ithalat vergilerine gecikmeli yönelirken Batı bu konuda başından beri oldukça hassas davranmıştır. Nihayetinde, Osmanlı coğrafyası ithal ürünlerin pazarına dönüşmüştür: '…Pamuklu ve basma imalatı, Batı Avrupa'nın bu sektörde gerçekleştirdiği devrimci değişmelerin sert rekabeti ile 1830'larda karşılaştığı zaman, 60-70 yıldan beri giderek mahalli pazara hapsolma derecesinde daralmakta bulunan bir imalat şubesi olarak, bu rekabete cevap verecek dinamizmi göstermesi tabii ki mümkün olmamış ve 1840'lardan itibaren hapsolduğu mahalli pazarda da gerileyerek yerini büyük ölçüde ithal mallarına terk etmek zorunda kalmıştır.'(sh.282)
Genç'in vurguladığı gibi Osmanlı'nın yakalandığı ve savaş dönemlerinin ağır koşullarının iktisadi dünyasını istikrarlı bir şekilde kötüleştiren sarmal bunlarla sınırlı kalmamış giderek özel şahıs terekelerine de sıçramıştır: '…Savunma ihtiyaçlarının baskısı altında devlet, özel şahısların o zamana kadar hemen hemen hiç müdahale etmediği terekelerine de el koymaya başladı. Askeri zümre mensupları dışında kalan esnaf ve tüccar gibi özel şahısların, şeri miras kurallarına göre varislerine intikal etmesi gereken terekeleri, 1770-1810 döneminde belirgin şekilde yoğunlaşmış görünen müdahalelerle devletin, tamamını zapt etmediği hallerde de %40-70 oranlarına varan bir veraset vergisine tabi tutmaya başlaması, bu müdahalelere kolayca yakalanabilecek olan fiziki sermaye yatırımlarından caydırıcı, hatta yapılmış olan yatırımları çözücü (disinvestment) etkileri olan ve durgunluğun, hatta buhranın sadece sebebi değil, aynı zamanda göstergesi olarak da dikkate şayan fevkalade ağır bir uygulama idi.' (sh.260). Batı'da sermaye sürekli büyür ve devasa ölçeklere ulaşırken Osmanlı'da devlet de dâhil sürekli mevcuttan daha kötüye gitmiş ve fiskalizm ağır yara almıştır.