Kâtip Çelebi ve Müzanü'l-Hakk

'Kadızadelilerin Sivil Alana Müdahalesi' başlıklı önceki yazımda 17.yüzyılda Osmanlı toplumunda Avrupa karşısında yaşanan kaygının yol açtığı eksikliklere ve çıkış yoluna yönelik durum tespiti tartışmalarında ortaya çıkan ve Kadızadeliler olarak adlandırılan hareketin yaklaşımını, yönetimle kurdukları ilişki üzerinden yaklaşımlarının yürürlüğe girmesiyle yaşanan tartışmaları ve sivil alan daralmasını ele almıştım. Kadızadeliler, Osmanlı toplumunda bid'at ve hurafelerle mücadele edilmesi gerektiği, böylece Müslüman toplumun yaşamında bid'at bağlamında saflaşma sağlanarak bu durumdan çıkış imkânı olabileceği iddiasıyla yeni bir tartışma ve etrafında cereyan eden bir hareket inşa etmişlerdi. Tartışılan konular oldukça ta'li konular olmasına rağmen iktidar gücü ile ciddi yasakların devreye girmesi, özellikle dergâhlar tarafından sergilenen karşı duruş ile sivil alanda oldukça yoğun gerilimlerin yaşandığı bir dönem olmuştu.

Osmanlı'nın düşünce dünyası bu gerilimlere rağmen oldukça zengindi. Dolayısıyla, sorunlara her iki kesimin de dışında orta yolu öneren insanları da barındırıyor ve bu insanlar sivil alanda kendilerine yer bulabiliyorlardı. Söz konusu dönemde bu insanların en öne çıkanlardan bir tanesi de Kâtip Çelebi'dir. Kâtip Çelebi, yazdığı Mizanü'l-Hakk fi İhtiyari'l-Ehakk (En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi) kitabı ile bir orta yol çağrısı yapmaktadır (Yeditepe Yayınları, 2024). Kâtip Çelebi, sosyolojiyi merkeze alarak söz konusu sorunların yaşamdaki yerinin daha sağlıklı bir şekilde değerlendirilebileceğini ifade eder ve her bir sorunu ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutar: 'İmdi gerekir ki basiret sahipleri, insanlığın ondan ayrılmaz yönleri olan temeddünün ve toplu halde yaşamanın gerektirdiklerini bilerek, halkın bölük bölük bölündüğünü ve her birinin özelliklerinin ne olduğunu bilmeli, öğrenmelidir. Bu şehir halkının sınıflarını, her sınıfın törelerini ve göreneklerini bilip anladıktan sonra, bütün yeryüzünde yaşayanların da sınıfları ve halleri üzerinde toplu bir bilgi edinmeye çalışmalıdırlar. Bunu da bilip öğrendikten sonra hikmet-i temeddünün sırrı gittikçe açılır, ortaya çıkar. Giderek bilinir ki bu soydan kavgacı ve iddiacı kişiler örümcek ağına düşen sinek gibi güçsüz ve dermansızdır' (sh.28).

Kâtip Çelebi yöntemi bu şekilde belirledikten sonra Hızır (a.s)'dan taganni ve raksa, tasliye ve tarziyeden tütün ve kahveye, kabirleri ziyaretten İbn-i Arabi'ye kadar söz konusu tartışmalarda merkezi bir yere sahip 21 konu üzerinde değerlendirmelerini yapar. Konuları değerlendirmesinde üç boyutun öne çıktığı görülmektedir. Birincisi, fıkıh temelli tasavvuf geleneğini bir zenginlik olarak görmekte ve toplumsal gerilimlere yol açmayacak şekilde farklı perspektiflerle hakikate ulaşmanın mümkün olduğu esnek bir yapı önermektedir. Bir başka deyişle, bir perspektife paradigma muamelesi yaparak değerlendirmek ve diğer perspektifleri buna göre eleştirmek doğru değildir, tam tersine Ehl-i Sünnet toplumunun kabul ettiği perspektifler İslam düşüncesi için bir zenginlik kaynağıdır. Aslında her bir perspektif birbirini zenginleştirerek genişlemekte, bazen bir perspektif daraldığında diğer perspektif düşünce çıkışı imkânı sağlayabilmektedir. Tıpkı Seyyid Şerif Cürcani'nin yaklaşımında olduğu gibi hakikate giden farklı perspektiflere olumlu yaklaşmaktadır: '…Nazar yolu, akıl ve nakil delilleriyle istidlale dayanır. Tasfiye yolu ise riyazet ve sülük ile keşf ve şühuda dayanır. İkisinin de farklı terimleri vardır. Tartışmanın aslı, bu yollardan birinin kaidesi ve terimleri üzerine kurulduğunda sual ve cevapta öteki yolun kaide ve terimlerinin tarafına bakılmaması ve iltifat olunmaması gerekir. Böylece meseleleri birbirine karıştırmak ve delilleri karmakarışık etmek lazım gelmesin. Bunun benzeri bütün tartışmalarda kavganın ve çekişmenin başlangıcı ve dedikodunun kaynağı bu delildir.'(sh.72-73)

İkincisi ise, elit (havas) ile halkı ayırmaktadır. Örneğin, peygamberimizin ebeveyninin imanı tartışmalarına yönelik halka '…Ama mümin halka lazım olan budur ki bu konudan dem vurmayıp söz söylemeyeler ve hüsnüzan üzere olup boş rivayetlere göre Peygamberin anası babası mümin olmak umulur, diyeler ve edei bırakıp kâfir adını takmayalar…' (sh.68) tavsiyesinde bulunurken havası kendi aralarında tartışmalardan men etmemektedir: '…İmdi onlara yeğrek budur ki bu bahisten uzak dursunlar ve çekinsinler. Lakin sözümüz avamadır, havasa değil' (sh.69). Bir başka deyişle, bu tip konuların dar bir elit kesim arasında tartışılmasında bir sorun görmezken bu tip tartışmalı konuların halka taşınmasını riskli görür. Çünkü bu konularda halkın taassup ve bağnazlığa sapması ve toplumsal şiddete yol açması çok daha kolaydır. Bu nedenle, Kâtip Çelebi halkın düşünsel zeminde tartışmalı konulardan uzak tutulmasını tavsiye eder.

Üçüncüsü ise, halkın alışkanlıklarına çok fazla müdahalenin ters tepeceği, bu nedenle itikadi olmayan konularda sadece tatlı bir üslupla uyarılmasının yeterli olacağıdır. Örneğin, tasliye ve tarziye üzerine olan dördüncü konu üzerindeki değerlendirmelerinde halkın bu tip davranışlarında kendi haline bırakılmasını tavsiye etmektedir: '…Çünkü halkın, töreye aykırı sözü, doğru da olsa kolaylıkla kabul eylememesi yaratılışın gerektirdiği bir iştir, yasaklandıkça ona karşı hırsı da artar. İlle de yasaklanması gerekirse bile "Ona yumuşak söz söyleyin; belki o aklını başına alır veya korkar" [Taha 20:44] buyruğuyla iş görmek lazımdır ki yumuşaklıkla, buyruğun ve ibadetin meyvesi alınsın. Öyle ise bu soydan ibadet işlerinde pek derine gidilmeyerek ve ince elenmeyerek halkın doğru görünen ibadetinde kendi haline bırakılması; baştakilerin ve vaizlerin olanı olduğu gibi bırakıp ara yerde töreye dayanan kusurlara ve eksiklere bakmaması gerekir.'(sh.45).