Evlilik, Yükseköğretime Katılım ve İstihdamın Nüfus Artış Hızına Etkileri

Günümüzde çoğu ülke nüfus artış hızındaki dramatik düşüşlerle ve dolayısıyla nüfuslarının yenilenememe riskiyle karşı karşıyadır. Ülkelerde yaşlı nüfusun giderek artması ekonomik kalkınmanın sürdürülebilirliği ile ilgili olarak da ciddi alarm vermektedir. Söz konusu risk ülkemiz için de söz konusudur. 'Nüfus Artış Hızımız Alarm Veriyor', 'Genç Nüfus Fırsat Penceresi Kapanıyor' ve 'Gerçek Tehlike: Nüfusların Yok Oluşu' başlıklı önceki yazılarımda da ülkemiz için önemli bir fırsat penceresi olan genç nüfusun artık giderek fırsat penceresi olmaktan çıktığına dikkat çekmiştim.

Nüfus artış hızımız son yıllarda tarihin en düşük seviyesinde gerçekleşmiş, dahası, bir ülkenin nüfusunu koruması (yenileyebilmesi) için, kadın başına ortalama 2.1 çocuk doğum oranına ulaşması gerekirken bu oranın 2023 yılında ülkemizde 1,51'a, 2024 yılında 1,48'e düşmüştür. Dolayısıyla, nüfusumuzun önlem alınmadığında artık yenilenemeyecek ve nüfusumuz giderek yaşlanacaktır. Ülkemiz sorunun ciddiyetinin farkındadır. Ülkemizin nüfus artış hızındaki bu sert düşüşte sebepler ne olursa olsun anlamlı ve etkin sosyoekonomik politikalar oluşturulduğunda ve kararlı bir şekilde uygulandığında bu eğilimi tersine çevirmek ve nüfus yenilenmesini sağlamak çok zor olsa da mümkündür.

Bu nedenle ülkeler gelinen noktanın arka planındaki faktörleri anlamaya ve bu faktörlerle ilişkili doğurganlığı artırıcı teşvik politikaları geliştirmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda doğurganlık ve sosyoekonomik faktörler arasındaki ilişkilerin anlaşılmasına yönelik çok sayıda çalışma yapılmıştır. Doğurganlığın sosyoekonomik belirleyicilerine yönelik yapılan çalışmalar, bulgularını çocuk sahibi olma davranışını doğrudan, dolaylı ya da aracılık eden bir unsur olarak etkileyen sosyoekonomik faktörler olarak ortaya koymasına rağmen bulguların genellikle bu ayrım yapılmadan değerlendirildikleri görülmektedir. Bu çalışmalar çoğu kez de tek bir belirleyicinin etkisine odaklanarak bağlamın ne olduğunu anlamayı zorlaştırmaktadır. Bu nedenle sosyoekonomik faktörlerle doğurganlık ilişkisini nedensel ilişkiyi ortaya koyacak bir bağlamda ele alan boylamsal çalışmalar kritik öneme sahiptir.

Bu bağlamda Birleşik Krallık'a yönelik yapılan yeni bir araştırmada üç önemli soruya, yaşam döngüsü boyunca evlilik, yükseköğretime katılım ve doğum sonrası istihdamın doğurganlık üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkilerine cevap aranmaktadır (Ben Wilson ve Maarten J. Bijlsma, Modelling the socio-economic determinants of fertility: a mediation analysis using the parametric g-formula, J. R. Statist. Soc. A). Bu amaçla araştırmacılar Birleşik Krallık'ta doğmuş bir kadın kohortunu (1970 yılının tek bir haftasında doğan yaklaşık 17 bin kadın) incelemektedir. Araştırmada yükseköğretime katılımın artması, evliliğin azalması ve doğum sonrası istihdama katılımın artmasının doğrudan ve dolaylı etkileri hesaplanmaktadır.

Yükseköğretime katılımın artması senaryosuna göre çalışmanın bulguları, yükseköğretim aşamasında doğurganlığın baskılandığını, ancak eğitim tamamlandıktan sonra doğurganlıkta belirgin bir hızlanmanın ortaya çıktığını göstermektedir. 38 yaşına gelindiğinde toplam doğum sayısı, doğal seyre (yani yükseköğretime katılımda artışın olmadığı duruma) göre %90 seviyesine ulaşmaktadır. Bir başka deyişle, yükseköğretim, doğurganlığı tamamen ortadan kaldırmamakta, yalnızca doğumların zamanlamasını ötelemekte ve nihai toplam çocuk sayısında bir miktar azalmaya yol açmaktadır.

İkinci senaryoda evliliğin yaygınlığındaki azalmanın etkisi incelenmektedir. Bu senaryonun etkisinin yükseköğretime göre çok daha fazla olduğu görülmektedir. Bu senaryonun etkisi giderek artmakta ve 38 yaşına gelindiğinde toplam doğum sayısında %13'lük bir azalmaya yol açmaktadır. Doğum sonrası istihdam senaryosuna göre ise, yani tüm kadınların doğumdan sonraki ilk yıl tam zamanlı istihdama geçtiği bir senaryoda, çalışmanın bulgusu bu durumun yaklaşık %5 daha az doğuma yol açtığını göstermektedir. Bu etkinin daha çok 3+ çocuk sahibi olmayı önleyerek gerçekleştiği görülmektedir. Evlilik senaryosunda ise bu etki çift yönlü, yani hem çocuksuzluğu artırarak hem de yüksek sayıda doğumları azaltarak gerçekleşmektedir.

Birinci senaryoda yükseköğretim doğurganlığı tamamen azaltmaktan çok geciktirirken ve kadınlar eğitim sonrası evlilik/çocuk sahibi olma sürecine hızla girerek farkı kapatmaya çalıştığı için toplam doğum sayısını biraz düşürüyorken ikinci senaryoda evlilik oranındaki düşüş, yani evlilik dışı birlikte yaşama veya bekâr kalma oranındaki artış, doğrudan kalıcı bir azalmaya yol açmaktadır. Bu bulgu evliliğin doğurganlık için daha güçlü bir kurumsal yapı sağladığına, evlilik dışı birlikteliklerde veya bekârlıkta doğum olasılığının düştüğüne işaret etmektedir. Kısaca, çalışmanın bulgularına göre yükseköğretime katılımın artması senaryosu doğurganlığı ertelemekte, ancak eğitim sonrasında bu etki kısmen telafi edilebilmektedir. Evliliğin azaldığı senaryoda ise doğurganlık kalıcı olarak düşmektedir. Dolayısıyla evlilik kurumundaki çözülme, doğurganlık açısından çok daha büyük ve uzun vadeli bir risk oluşturmaktadır. Özetle, bu üç senaryonun karşılaştırılmasında en kritik etkiyi evlilik, en sınırlı etkiyi ise doğum sonrası istihdam oluşturmaktadır.