Bosna ve Gazze, rastgele seçilmiş coğrafyalar değildir. Her iki yer de tarihsel olarak çok kültürlü, çok dinli, bir arada yaşama deneyiminin sürdürüldüğü topraklardı. Gazze de tarih boyunca farklı dinlere ve etnik kimliklere ev sahipliği yapan, çok katmanlı bir toplumsal yapının parçasıydı. Savaş öncesi Saraybosna'da Boşnak Müslümanlar, Hristiyan Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Yahudiler bir arada yaşamaktaydı. Aliya İzzetbegoviç'in ifadesiyle, '…İki dünyayı birbirinden ayıran Büyük Sınır üstünde yer alan tipik bir ülkeyiz biz. İnancımız Doğu'dan, eğitimimiz Avrupa'dandır. Kalbimiz bir dünyaya, aklımız bir başka dünyaya aittir. Bunun içinde bir affedicilik ve iyilik mevcuttur. Eğer dürüst kimseler isek, kabul etmeliyiz ki, Bosnalı insanlar sürekli kendilerine kim olduklarını, hangi dünyaya ait olduklarını sormaktadır. Benim bu soruya cevabım şudur: Ben Avrupalı bir Müslümanım. Bu tanımdan da gayet memnunum.' (Tarihe Tanıklığım, Klasik, 2003, sh.526). Ancak, Batı bu tanımdan rahatsızdır.
Bosna savaşı Batı'nın sessizliği ile Avrupa'nın kalbinde en büyük insanlık dramının yaşanmasına yol açtı. Savaşın başlangıcındaki silah ambargosu ile Bosnalı Müslümanların aleyhine olan cephane asimetrisinin bozulması önlenerek katliamların önü açıldı. Aliya, Batı'nın başlangıçtaki müdahalesinin ahlaksızlığının asla unutulmaması gerektiğini 17 Mart 1995 tarihli Alman Dış Politika Derneği'ndeki konuşmasında sert bir şekilde ifade eder: '...Uluslararası kamuoyu bu savaşa müdahale etmiştir, ama olmaması gereken şekilde. Bunun asla unutulmaması gerekir! Müdahale, uygulamada yalnızca saldırının kurbanını etkileyen bir silah ambargosu yoluyla yapılmıştır. Dünya askeri müdahale yoluyla bize yardım edeceği, bizi silahlandıracağı yerde tam tersini yapmıştır. Saldırıya uğramış olan ülkenin silahlanmasını yasaklamış, bizi en meşru, en tabii hakkımız olan nefsi müdafaadan mahrum bırakmıştır.'(sh.504)
1995 yılının Temmuz ayında ise Bosna Savaşı'nın en karanlık sayfalarından biri yazıldı. Birleşmiş Milletler tarafından güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa'da, Hollanda askerlerinin denetimi altındaki bölgede 8 bin 372 Boşnak sivil sistematik bir şekilde katledildi. Katliam, yalnızca Bosna halkının değil, Batı medeniyetinin iddia ettiği insan hakları, özgürlük ve yaşam hakkı gibi evrensel değerlerin de katledildiği bir andı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa, bir daha asla diyerek insanlık değerlerini merkeze alan bir normatif düzen kurduğunu ilan etmişti. Ancak Srebrenitsa, bu iddianın sınırlarının ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Birleşmiş Milletler'in güvenlik sözü verdiği bir bölgede binlerce sivil Müslüman katledilirken Batı dünyasının sessizliği, Müslüman bir halkın maruz kaldığı bir trajedi karşısında insan hakları söyleminin ne kadar seçici uygulanabildiğini gözler önüne serdi.
Diğer taraftan yaşananlar, Batı'nın zihninde Doğu'ya dair bir başka imgede karşılığını bulmaktadır: Müslüman coğrafyalar, düzenin, refahın ve barışın mümkün olmadığı, şiddet ve kaosla özdeşleşmiş "doğal" alanlar olarak tasvir ediliyor. Srebrenitsa'da yaşananlar, Batı'nın bu algıyı besleyen edilgenliğiyle birleşti ve Boşnak Müslümanların ölümü tarihin olağan akışı gibi gösterildi. Gazze'de de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız: Uluslararası hukuk açıkça ihlal edilirken, çocuklar öldürülürken, hastaneler ve okullar bombalanırken Batı'nın büyük bölümü sessiz kalıyor ya da saldırıları meşrulaştıran söylemler üretiyor. Böylece Müslümanların yaşadığı trajediler, Batı'nın kendi değerler sisteminde "insanlık dramı" olarak değil, adeta coğrafyanın doğal kaderi gibi sunuluyor.
Ukrayna-Rusya Savaşı'nda Batı'nın gösterdiği tutum, bu arka planı daha da belirginleştiriyor. Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısıyla birlikte Batı dünyası hızla harekete geçti; Avrupa Birliği tek ses oldu, ABD milyarlarca dolarlık yardım paketlerini onayladı, sınırlar Ukraynalı mültecilere açıldı, medyada Ukrayna halkının direnişi kahramanlık hikâyeleriyle işlendi. Ukrayna'dan gelen mülteciler "bizden biri" olarak görüldü; onlar "medeniyetin" bir parçasıydı. Ancak Bosna'da katledilen Müslümanlar, Gazze'de bombalar altında ölen çocuklar için aynı refleks hiçbir zaman devreye girmedi. Uluslararası hukukun üstünlüğü, yaşam hakkının dokunulmazlığı, insani yardım normları Müslüman halklar söz konusu olduğunda askıya alındı.
Bu seçici yaklaşım, Batı'nın insan hakları söylemini ne kadar araçsallaştırdığını, Müslümanların ise bu değerler sisteminde her zaman dışarıda tutulduğunu kanıtlıyor. Bu sessizliği anlamak, Batı'nın tarihsel hafızasına yerleşmiş derin bir retorik olan oryantalist retoriği anlamayı gerektirmektedir. Oryantalizm, Batı'nın kendisini merkeze koyduğu, Doğu'yu ise öteki, geri kalmış, irrasyonel ve şiddete meyilli bir coğrafya olarak inşa ettiği bir zihinsel haritadır. Özellikle medya bu dili sürekli tekrar üretir. Örneğin, Ukrayna savaşında Batı medyası saldırganı açıkça isimlendirdi, sivil ölümleri sürekli gündemde tuttu, kamuoyunu harekete geçirdi. Gazze'de ise medya dili çoğunlukla tarafsızlaştırılmış, failin adı belirsizleştirilmiş ve sorumluluk dağıtılmış bir anlatıya dayalı kurgulandı. Srebrenitsa'da da benzer bir tablo yaşandı; katliamın öncesinde uluslararası basının ilgisizliği, müdahalenin gecikmesine ve binlerce insanın ölümüne zemin hazırladı.
Yine de Batı toplumları tamamen sessiz değildi. Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya ve Kanada gibi ülkelerde on binlerce insan Gazze'deki saldırılara karşı sokaklara çıktı. Özellikle ABD üniversitelerinde öğrenciler, kampüslerde haftalarca süren eylemler düzenledi; bazı üniversitelerde kampüsler işgal edildi, akademisyenler dayanışma açıklamaları yaptı. Columbia, Harvard ve MIT gibi önde gelen üniversitelerde öğrenciler, kampüslerde haftalarca süren oturma eylemleri düzenledi, Filistin yanlısı bildiriler yayımladı ve üniversite yönetimlerini Gazze konusunda açık tavır almaya zorladı. Ancak bu güçlü toplumsal tepkilere rağmen Batı siyaseti bu hareketlerden etkilenmedi. Tam tersine, bu süreçte örneğin bazı rektörler, siyasetin baskısı ile görevlerinden ayrılmak zorunda kaldı.
Harvard Üniversitesi'nin ilk kadın rektörü Claudine Gay, kampüste Filistin yanlısı protestolara "yeterince müdahale etmediği" iddiasıyla Kongre'de sorgulandı, ardından bilimsel çalışmalarında intihal suçlamaları öne sürülerek itibarsızlaştırılmaya çalışıldı ve nihayetinde görevden istifa etmek zorunda bırakıldı. Pennsylvania Üniversitesi Rektörü Liz Magill de, benzer biçimde İsrail'e yönelik eleştirileri açıkça bastırmadığı gerekçesiyle yoğunlaşan baskılara dayanamayarak görevinden ayrıldı. Bu örnekler, Batı'da üniversite özerkliğinin, Gazze bağlamında, siyasal iktidar, bağışçı lobileri ve kamuoyu baskısıyla nasıl kolaylıkla aşındırılabileceğini bir kez daha gösterdi. Gazze'deki insani trajediye dikkat çeken akademisyenler ve öğrenciler, "antisemitizm" suçlamalarıyla karşı karşıya kaldılar; öğrenciler disiplin soruşturmalarına maruz kaldı, bazıları okuldan uzaklaştırıldı ve iş teklifleri iptal edildi. MIT'de Filistin yanlısı bir öğrenci grubunun protestosuna katılan araştırmacıların çalışma izinleri sorgulandı; Stanford'da Filistin destekçisi öğretim üyeleri bağışçıların hedefi hâline getirildi. En son Harvard Üniversitesi'nde Ortadoğu Araştırmalar Merkezi direktörü Cemal Kafadar Hocanın başına gelenler hafızlarda tazeliğini korumaktadır.
Üniversitelerin bağımsız bilgi üretim merkezleri oldukları iddia edilse de, Gazze söz konusu olduğunda siyasetin ve sermayenin doğrudan etkisi altında bu iddia anlamını yitiriyordu. Dahası Batı siyaseti ve etkin olduğu ağlar, bir taraftan Gazze'deki trajediye dair özgür tartışma platformlarını kısıtlıyor ve her türlü baskıyı uygularken diğer taraftan "üniversite özerkliği" ve "ifade özgürlüğü" değerlerini savunduğunu iddia etmeye devam edebiliyor. Bu çelişki veya yüzsüzlük, Batı'nın hem insan hakları hem de akademik özgürlük söylemlerinin seçici biçimde işlediğini ve Gazze meselesinin Batı demokrasilerinde bile entelektüel alanı derinden sarstığını açıkça ortaya koyuyor. Kısacası, yükseköğretim kurumlarının özerkliği gibi Batı'nın en hassas olduğu çizgiler, bağlam Müslümanlarla ilişkili ise bir anlam ifade etmiyordu.