Gökler, Bulutlar ve Hayatlar

Bizi hayatta tutan, bize hayatı sevdiren şey nedir "Gök parçası, dal demeti, kuştüyü" mü Alışkanlıklarımız değil, dünyaya alışmak zorlaştırıyor ölümü. Bak serçeler daldan dala konuyor dışarıda. Bak gök bir mavi, bir beyaz, bir gri… Bak, suyun sesi geliyor ormanın içinden. Bak, çakıl taşları nasıl da parlıyor güneş altında. Çocuk sesidir duyduğun, sokaklardan çağlayarak kanına karışan. Bir at kişniyor, bir horoz öttü, bir buğu yükseliyor çimenlerin üstünden… Geceleyin yıldızlar serpiliyor gözlerinden içeri, sabahları çam kokuları dolaşıyor tenini… Bak, hayat orada, damar damar, kıpır kıpır, kımıl kımıl seni bekliyor. Mademki böyle, bu kadar sıcaktır hayat öyleyse neden doğarken ağlatan, yaşarken sevindiren, ölürken omuzlarımıza keder yükleyen o ezgilere kulak kabartıyoruz Neden içindeyken kıymetini bilmiyor, kıyıya çekilince anlıyor, uzak kaldığımızda telaşlanıyor; tekrar, bir daha içine dalmak istiyoruz Bir çocuk doğarken bütün yüzlerdeki o sevinç nasıl tarif edilebilir ve bir insan son nefesini verdiğinde aynı yüzlerde dolaşan keder bize neyi söyler Hayır, yanılıyor şair, "Hayat bizim için dokunaklı bir şarkıdır" elbette ve ama ölüm de öyle. Mezarlıklar da parklar kadar yeşil, havalı; taziye evleri de konferans salonları kadar ciddi, ağırbaşlı. Ancak hayatın tam ortasında duranlar anlayabilir ölümü. Bildiklerimiz bize coşku veriyor vermesine ya, bilmediklerimiz de bir o kadar heves yüklü. Hüzünlü şarkıları da severiz oyun havaları kadar, değil mi Neden gök yarılırcasına yağmur yağarken de pencereye koşar, o mavilik "gelin beni öpün" diye çağırırken de koşarız.. Baharı sevenler de vardır aramızda, güze hoşça bakanlar da… Gecedir tenime dirilik bağışlayan diyenler de haklıdır, "seher yeli dağıt beni kır beni" diyenler de… Bir ev, temeli kazılırken de, direkleri dikilirken de heyecanlandırır insanı, harabeye döndükten sonra da... Hangi gün batımı, gün doğumundan daha az etkiler ki insanı Yaşanmakta olan ile yaşanmış olan arasındaki çizgiyi kim görmüş Bütün keskin bakışları sağlığa borçlu olabiliriz elbette ama bir hastanın teninde, bakışlarında asılı duran o kırılgan hüznü de alıp koyarız cebimize. Kara kış der, yakınırız kıştan, gel gör ki pencereden kar yağışını seyreden varlığımız bize şükranla bakar.

Neyin buğusudur, sabahları pencereyi açar açmaz burnumuzdan içeri girip vücut odalarımızı tek tek dolaşan, eğleşen, bekleyen, dinlenen, dinlendiren, sonra da bir başka alaşım olarak çıkıp giden, bir daha gelmeyen, gelmeyecek olan Ama biz belki de bir bulutuz, maviliğin ortasına kondurulmuş. Kimi duran, kimi hareket eden, kimi dağılan, kimi tamamen o maviliğin üzerine otağını kurup gitmeyecekmiş, hep orada kalacakmışçasına fiyakayla bakan... Gelecek kipinden bakıldığında oysa hangi bulutun varlığından bahsedilebilir ki Hangi yağmur damlası toprağa karışmayı reddedebilir, hangi ışık dokunduğu yüzeyin rengini almayı inkar edebilir ve hangi hayat ölüm karşısında meydan okuyabilir İşte bunun için, bundan dolayı "gök parçası, dal demeti, kuş tüyü" değil hayat her zaman. Bazen de delinen gökten kurşun gibi yağmurlar yağar, dal demetleri yuva olmaktan çıkar, gözümüze, gözümüze batar; kuştüyleri telek olur, telekler ok, oklar bizi can evimizden yaralar… Acısı da var keyfi de vardır hayatın. Yokluğu da çokluğu da yorar insanı. O yorgunluk bir gün, bir yerde ölümü çağırır imdada. Ölüm gelir, tende yorgunluğu, gözde merakı dindirir. Bak, bir bulut! Ne güzel de duruyor orada. Maviliğin ortasında, apak, bakıp duruyor yere… Bak, kayboldu bulut! Rüzgar alıp götürdü onu da… Kaybolan buluta ağlayan bulutlar da gidecek…