Geçmişi oku, geleceği yaz

Bazı şahsiyetler, kurumlarla özdeşleşir. Ve bunların kimisi maziden atiye ışık tutan eserler bırakarak bizleri ihya etmekte mahirdirler aynı zamanda. Bu hafta bu isimlerden birini köşemde ağırlamak istedim sevgili okurlarım. O isim, Tıbbiye 'nin yetiştirdiği veya diğer bir ifadeyle Tıbbiye 'de yetişen önemli simalardan birisi olan Dr. Rıza Nur'dur. Kendisinin, Lozan görüşmelerinde delege olarak görev yaptığını, bir dönem ise Sağlık Bakanı olduğunu yeri gelmişken hatırlatmak isterim. Dr. Rıza Nur, Sirkeci Garı'nın hemen arkasında bulunan Demirkapı Askeri Tıbbiyesi'nde yetişmiş ve orada pek çok olaya vakıf olmuş bir hekimdir. Kimine göre dahi, kimine göre deli muamelesi gören Dr. Rıza Nur yazdığı tıbbi eserlerin yanında hatıralarından bir kısmını Sahire ve Nuri'nin yaşadıkları aşk hikayesi ile bezeyerek "Tıbbiye Hayatından" ismiyle bir roman olarak neşretmiştir (İstanbul,1327. Matbaa-i Hayriye ve Şürekası). Osmanlı Türkçesi ile basılan bu eserin transkripti (Transkript: Cevdet Erdöl, Editör: Ahmet Zeki İzgöer) yakında basılacaktır. Kitapta geçen olayları bugünkü hadiselerle karşılaştırdığımızda dikkatimi çeken bazı hususları siz değerli okuyucularımla paylaşmak isterim: Roman Askeri Tıbbiye öğrencisi Nuri ile arkadaşının kız kardeşi olan Sahire'nin aşklarını konu eder. Romanda dikkat çeken önemli bir husus Sahire'nin babası Hüseyin Bey'in yıllarca vali olarak görev yaptıktan sonra emekli olur olmaz "Brütüsvari" idarenin (Sultan Abdülhamid Han'ın) karşısında yer almasıdır. Günümüzde yaşananlara ne kadar da benziyor dediğinizi duyar gibiyim! Romanın geçtiği dönemde Askeri Tıbbiye'deki (Demirkapı Tıbbiyesi) gençler, Abdülhamid Han'a karşı ciddi bir örgütlenme içerisindedirler. İttihad-i Osmani ve bilahare İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin buradaki Askeri Tıbbiyeliler tarafından kurulduğu ve Dr. Rıza Nur dahil pek çok öğrencinin bu faaliyetler içinde yer aldığı bilinmektedir. Her türlü ihtiyaçları karşılanan ve devletin tüm imkanlarının kendilerine bahşedildiği Tıbbiyeli gençlerin birçoğu çeşitli hayaller uğruna devlete ve resmi otoriteye karşı kullanılmışlardır. İttihat ve Terakki'nin kurulduğu Demirkapı Tıbbiyesi'nin hamamı ve bahsi geçen havuzu yıkılmış olmakla birlikte dönemin binaları ve hatta o güzelim çınarlarından bazıları hala dimdik ayaktadır. Hatta Tıbbiye'de öğrencilerin ibadet ettikleri Cami ve ceza aldıklarında hapse atıldıkları 'Camialtı' halen ayaktadır. Yine o dönemin meşhur isimlerinden, her derdi dinleyen(!) Marko Paşa'nın Dekan olarak görev yaptığı bina gerçekten "buradayım" der gibidir. Romanda adı geçen Tıbbiyeli Sahire'nin aşığı Nuri, disiplinsiz davranışları ve illegal faaliyetleri nedeniyle Camialtı'na, hapse atılır. Oradan hastaneye nakledilirken firar ederek yurtdışına kaçırılır. Tunus'a kaçan Nuri, vatan özlemini derinden hisseder. Ülkesine ve Sahire'ye kavuşmak arzusu ile geri dönmek ister. Yurt dışında iken Abdülhamid' Han'ın devrildiğini, İttihat ve Terakki'nin başa geçtiğini, yönetimi devraldığını duyarak vatan ve hürriyet aşkıyla, her şeyin daha iyi olacağı zannıyla geri döner. Geri döndüğünde kendisini çok sevdiği Sahire'nin karşılayacağını ve kavuşacaklarını ve kendisini özgür bir ülkede bulacağını düşünür. Bu duygularla İstanbul'a döndüğünde Sahire'nin öldüğünü, ayrıca uğruna büyük fedakarlıklar verdiği, hayal ettiği hürriyetin ve özgürlüğün de kendisinden çok uzaklarda olduğunu anlamasına anlar ancak iş işten çoktan geçmiştir. Romanın en sonundaki şu cümleler konuyu özetlemeye kafidir: "Elveda ey kumlu sahiller, birbiriyle dudak dudağa duran deniz kenarı, korkunç çöl kenarı! Biz senden kaçıyoruz, sakın sen bize yaklaşma! Vatanım hakkındaki mukarrer gelecekteki hizmetlerime mani olma! Beni senelerden beri aşkına inlediğim hürriyete, Sahire'ye kavuştur." "Bedbaht, düşünmüyordu ki biçare Sahire'nin vefat haberi biraz sonra kendisini karşılayacaktı. Evet, senelerce derin hayaller içinde boğulup kalmış olan Nuri bir gün hürriyetin ilanı ile vatanına dönmüştü ama Sahire çoktan vefat etmişti. Sahire'yi bulamadığı gibi biraz sonra o ilan edilen hürriyetin de yavrusunu yiyen kediler gibi maderleri tarafından yutulduğunu görecekti..." Dr. Rıza Nur, bazı yönleriyle kendi hayatından kesitler sunduğunu düşündüren bu romanında hayallerle gerçeklerin bazen örtüşmediğine işaret etmektedir. Günümüzdeki modern imkanlara rağmen insanoğlu bir tek salgınla (COVİD-19) zar zor başa çıkabilmiştir. Halbuki pek çok salgın hastalığın (kolera, tifo, tifüs, veba, frengi, verem, trahom..) kol gezdiği, isyanların ve harplerin tüm dünyayı yangın yerine çevirdiği o dönemde Sultan Abdülhamid Han tarafından yaptırılan yüzlerce okul ve 300'den fazla hastaneyi düşünmeli ve nasıl, hangi şartlarda yapıldıklarını bu açıdan bakarak anlamaya çalışmalıyız. Yapılan tüm imar faaliyetleri, eğitim ve sağlık hamlelerine rağmen tek gayeleri mevcut yönetimi değiştirmek olan, hayat gaileleri Abdülhamid Han karşıtlığından ibaret olan pek çok "birbirine benzemez kesim" (sağcı, solcu, şucu, bucu ...) gayri milli kesimler, bazı karanlık eller tarafından bir araya getirilerek gayelerine ulaştırılmışlardır ve Abdülhamid Hanı devirmişler, ülke yönetimini devralmışlardır. Ancak, ülkeyi devraldıklarında ne yapacaklarına dair herhangi bir hazırlıkları olmadığından, ne yapacaklarını bilmediklerinden, yapmak üzere bir planları olmadığından, ömürlerini yıkmak üzere hayal kurarak geçirdiklerinden, bu hain ve gafiller eliyle koca Osmanlı Devleti maceradan maceraya sürüklenmiş ve perişan olmuş, haritası paramparça edilmiştir. Birbirine benzemezleri bir araya getiren "yabancı ellerin" amacı da buydu zaten. Düşünceleri bir şey yapmak üzere değil, yıkmak