Aslolan bizim birliğimizdir

Avrupa Parlamentosu (AP), Türkiye hakkında hazırlanan 2022 yılı raporunu kabul etti.

Türkiye'nin AB'ye katılım sürecinin "mevcut koşullar içinde" yeniden başlatılamayacağı belirtilen raporda, ilişkilerin geleceği için karşılıklı çıkarları kapsayan "paralel ve gerçekçi" bir çerçeve bulmaya yönelik sürecin başlatılması tavsiye edildi.

Rapora tepki gösteren Sn. Cumhurbaşkanımız, "Gerekirse AB ile yolları ayırabiliriz" dedi.

Tarihçesine baktığımızda Türkiye'nin AB serüveni 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile başladığını görürüz.

AB kapısında o günden bugüne çıkışı olmayan bir labirentte, diğer aday üyelere uygulanmayan ucu açık şartlar ve koşullarla adeta siyasi bir kuşatma ve ambargo ile mücadele ederek bugünlere geldik.

Evet 1963'ten beri AB'ye girmek için adeta seferberiz. Kaybettiğimiz zaman ve verdiğimiz çabayla çar naçar ortada kalıyor, kapıda bekleyip duruyoruz. Esasen bu bir oyalama ve baskı altında tutma taktiğidir. Bu, Batı'nın, tarih boyunca yaptığı en iyi hilelerdendir. Batı bunu bilinçli, sistemli, seviyeli ve periyodik bir şekilde yaptığı için, biz mesafe aldığımız zannına kapılıyoruz ama yaşadığımız yukarıda da ifade ettiğim gibi çıkışı olmayan bir labirentte dönüp durmaktan, debelenmekten başka bir şey yapamıyoruz.

Elbette kapıyı tamamen kapatmıyorlar; çünkü, Türkiye'nin AB aleyhinde bir pozisyon alma ihtimali işlerine gelmiyor, kabul de etmiyorlar. "İki arada bir derede" olmamızı arzu ediyorlar. Çünkü biz AB'nin bize uyguladığı "toplumsal testi" daha en başında kaybettik. AB, Türkleri 30 Ekim 1961 tarihinde Türkiye ile Almanya arasındaki "İşgücü Alımı Anlaşması" sonrasında Almanya'ya ve devamında Avrupa'ya giden vatandaşlarımızla test etti.

Avrupa, Anadolu'nun kırsal kesimlerinden gelen, eğitim seviyesi düşük, gariban, işsiz; adeta kendi köyünden başka hiçbir yeri, hatta kendi bulunduğu ili bile görmeyen vatandaşlarımızı Avrupa'nın modern şehirlerine işçi olarak getirip, zenginliklerle tanıştırarak asimile edebileceği düşündü. Bu işi sistematik hale getirdi ve bunun adını da entegrasyon koydu. Oysa Avrupa'ya ekmek parası kazanmak için giden ilk gurbetçilerimizin amacı orada bir müddet çalışıp, kazandıkları parayla Türkiye'de iş kurup rahat bir hayat sürmekti. Bu yüzden, kendilerini sürekli gurbetçi olarak gördüler. Avrupai yaşam tarzı onların yetiştiği kültür ile bağdaşmadı. En başta bu kültürü dışladılar ve Batı'yı, Batı'nın kültürünün üzerine adeta çullanmasını yani asimilasyonu bütün müreffehliğine rağmen reddettiler. Gurbetçiler entegre olmayı kabul etseler de asimile olmayı asla kabul etmediler.

Sonraki nesil, ilk kuşağın aksine iyi bir eğitim aldı.

Patron olup Avrupalı işçiler çalıştırmaya başladılar.

Akademisyen olup Avrupalıları eğitmeye başladılar.

Siyasetçi olup Avrupa'yı yönetmeye talip oldular....

Şükürler olsun ki bu yeni nesil de kültürlerinden asla kopmadı ve kendi gerçeklerini asla inkar etmedi. Onlar da büyükleri gibi entegrasyona uyum sağladılar ama asla asimile olmadılar. Güneşe bakan ayçiçekleri gibi daima Türkiye'ye baktılar.

Avrupa bu hakikati ayniyle vaki ve tüm çıplaklığıyla gördü. Türkleri değiştirmenin, asimile etmenin ve istedikleri biçime sokmanın, kalıba dökmenin imkanı olmadığının farkına vardılar. İşte o gün bu gündür bizi kuru bir AB sevdasıyla oyalıyorlar.

Tamamen stratejik düşüncenin zaruri bir neticesi olan AB'ye üyelik ya da denklik noktasında, Türkiye'nin de stratejik düşünmesi ve o eksende hareket etmesi şarttır. Bireyden aileye, aileden topluma; toplumu oluşturan bütün unsurlar bu eksende hareket etmeli ve etmeleri sağlanmalıdır. Ekonomide, eğitimde, sağlıkta, savunma sanayiinde, politikada; hasılı bir milletin kendi güç ve üstünlüğünü göstereceği her alanda; en azından AB'ye denk ve hatta onlardan ileri bir seviyeyi yakalamalıyız. Batı'nın nazarında, bütün kurum ve kuruluşlarıyla güçlü, istikrarlı ve gelişen bir Türkiye imajı sergiliyoruz, sergilemeye de devam etmeliyiz.