Yazı Ustalığından Klavye Çıraklığına Bir Terfi (!) Hikâyesi

Yazı; parmak izi, yüz şekli (fizyonomi) gibi her insanın kendine özgü bir şekilde onun karakterini, iç dünyasını yansıtan önemli bir unsur olarak değerlendirilir. Yazının bu kişiye özgü yönü ve kişiden kişiye göre karakteristik özellikler sergilemesi, dikkatlerin bu beceri üzerinde toplanmasını sağlamıştır. Kişinin el yazısıyla karakteri arasındaki ilişkinin yorumlanması bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Grafoloji adı verilen bu yazı bilimi, günümüzde adlî tıp tarafından suçluların tespiti için de kullanılan bir yöntemdir. Peki, şimdilerde "klavye çıraklığından terfi edip kahramanlığa yükselen" "z"amane kuşağı bireyler, atalarımızın bu kadim maharetinden haberdar mı dersiniz (...) Edelim o vakit! Türkler, Bilge Kağan (725) zamanında dikilen ve adına Göktürk kitabeleri denilen taşlarla yazıdaki maharetinin ilk örneklerini sunmuştur. Mezkûr kitabeler Orta Asya'da gelişmiş bir medeniyetin mahsulüdür. Bu kitabeler, Türklerde yazı sanat ve kültürünün ne derece gelişmiş olduğunu gösteren belgelerdir. Göktürk hakanları ev yapan ve süsleyen (bark itgüci), yazı yazan (bediz taş itgüci) sanatkârları korumuş, onlara önemli mevkiler vermişlerdir. Göktürklerde kullanılan bu yazının, milattan önceki Orta Asya Türk kavimleri arasında da kullanılmış olduğu tahmin edilmektedir.1 Göktürk kitabelerinin söz varlığı incelendiğinde, bu metinlerde azımsanmayacak düzeyde "yazı ve sanatla" ilgili kelimelerin kullanıldığı görülmektedir. Mezkûr kelimler şunlardır: Biti- (yazmak), bitit- (yazdırmak), bitig (yazı), ur- (kazıyarak yazmak), urtur- (yazdırmak), tokı- (kazıyarak yazmak), tokıt- (yazdırmak), be?gü taş (ebedî taş, yazılı anıt), bark (türbe, anıt mabet), yarat- (yapmak), yaratur- (yaptırmak), yaratıt- (yaptırmak, inşa ettirmek), itgüçi (yapan, inşa eden), bediz (resim, süs), bedizçi (ressam, süslemeci), bedizet- (resim ve süsleme yaptırmak), uz (süs, desen), balbal (öldürülen düşmanı temsilen dikilen taş).2 Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig'de "İnsan yazmalı, okumalı, başkalarının sözünden de istifade etmelidir." diyerek Türk milletine bin yıl öncesinden istikamet vermiştir. Bu söze ilk karşılık verenler Uygur Türkleri olmuştur. Uygurların Türk medeniyetine mimari, şiir, musiki, çini, dokuma, kâğıt imali, ebru vb. sanatlarda büyük katkıları olmuştur. Özellikle sanat alanındaki yetenek ve tecrübelerini, İslâm yazılarının gelişmesinde kullanmışlardır. Türklerin İslâm'ı kabulünden sonra, Türk sanatları bir ivme kazanmış, yepyeni bir senteze kavuşmuştur. İlk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar ve Gaznelilerden itibaren yazı gelişimini sürdürmüştür. Selçuklular döneminde âlim ve sanatkârlar devletin himâyesine alınmış, medrese imaret, han, darüşşifa ve zaviye gibi kültür müesseselerine vakıflar bağlanmış, hizmetlilere maaş tahsis edilmiştir. Sultanın sohbet meclislerinde ilim, edebiyat ve yazı sanatlarında temayüz etmiş âlim, fazıl ve üstat kimseler bulunmuş; mimar, nakkaş ve oymacılar devletin destek ve himâyesini görmüştür. Anadolu Selçukluları dönemindeki yazının gelişimini Süleyman Berk şöyle anlatır: Mimarî eserlerde kûfî, muhakkak ve celî sülüs yazı kullanılmıştır. Bu dönem eserlerinden yazılarıyla dikkat çeken Divriği Ulu Camii portalinde, zemini süslü, celî sülüs kullanılmıştır. Burada dik harfler oldukça uzun ve küttür. Milâdî 1253 yılında Birinci Alâeddîn Keykûbad'ın kızı Hond Hatun tarafından yaptırılan Erzurum Çifte Minareli Medresesi yazıları da celî sülüs ile olup zemininde kıvrak dallı motifler bulunmaktadır. Yazılar o dönemin özelliğini yansıtmaktadır. Yazılarda Osmanlı döneminde göreceğimiz estetik, kalem hareketlerinin hakkı ve özellikleri, istifte harflerin birbirini kucaklaması gibi güzellikleri görmemiz mümkün değildir. Bu dönemde yazılan kûfi yazılar celî sülüse göre daha başarılı sayılabilir. Kûfî yazının mimarî eserlerde kullanımı Anadolu Selçuklularına kadar devam etmiş, Osmanlı'da Fâtih devrine kadar da zaman zaman süs unsuru olarak kullanılmış, Fâtih devrinden sonra kûfî yazı bu alanda yerini tamamen celî sülüse terk etmiştir. Osmanlı hat sanatında üslup arayışları İstanbul'un fethiyle birlikte Fâtih Sultan Mehmet devrinde başlamıştır. İyi bir ilim tahsili gören ve sanat terbiyesi alan Fâtih Sultan Mehmet, fetihten hemen sonra hayır sahiplerinden ve devlet ricâlinden şehrin imarını üstlenmelerini istedi. Bu gaye ile Fâtih Sultan Mehmet İstanbul'u dünya medeniyetinin bir merkezi hâline getirmek istiyordu. Kısa zamanda vakıflar kuruldu ve bir imar seferberliği başlatıldı. Böylece İstanbul Türk-İslâm medeniyetinin en canlı numunesi oldu. Şeyh Hamdullah (14331520) ile hüsn ü hatta yeni bir çığır açılmıştır. Onunla İslâm yazısı tedricen güzelleşecek bir merhaleye girmiştir. Şeyh Hamdullah Osmanlı-Türk hattatlarının piri sayıldığı gibi; diğer İslâm ülkelerinde yetişen hattatların da üstadı sayılır. Açtığı