Bugünün en önemli görevi
Cumhuriyetin kuruluş hikâyesi, yalnızca bir ülkenin bağımsızlık mücadelesi değildir.
Küllerinden yeniden doğan bir ulusun hikayesidir. Dört bir yanı işgal altında, adeta nefes almak için bile izin bekleyen bir halk, çaresizliğin pençesinde kıvranırken bir umut belirir; Mustafa Kemal Atatürk.
Atatürk, yalnızca bir lider değil, halkının geleceğini kararlılıkla, ilmik ilmik dokuyan bir rehberdir.
Zafere giden yol zorluydu, hatta imkânsız. Sayısız yokluk ve engelle doluydu.
Ordusunun elinde silahı, cephanesi yoktu; halkın üstünde ne doğru düzgün kıyafet ne sofralarında bir kap yemek vardı. Ama onlar yılmadılar, çünkü Mustafa Kemal'e inandılar. Mustafa Kemal özgürlüğün ve bağımsızlığın kutsallığına inanıyordu. Ona göre, bir ulus ya tam bağımsız olurdu ya da tarihin tozlu raflarına gömülüp giderdi. Atamız da halkına inandı.
İşte bu inançla, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi.
Günümüzde, Atatürk'ün yarattığı bu bağımsızlık ruhunu anlamak her zamankinden daha önemli. Çünkü Cumhuriyet demek, yalnızca bir yönetim biçimi değil; bağımsız düşünce, özgür bireyler, eşit yurttaşlar demek.
Bugünün Türkiye'sine baktığımızda, kimi zaman özgür düşüncenin zedelenmesi, sosyal hakların kısıtlanması, eğitim sistemindeki zorluklar, adalet mekanizmasındaki aksaklıklar gibi toplumu derinden zedeleyen problemlerle karşılaşıyoruz. Toplumu bir arada tutan değerler çok büyük yaralar almış durumda. İşte tam da bu yüzden, Cumhuriyet'i anlamak ve yaşatmak bir görevden öte bir zorunluluktur. Atatürk, "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir," derken geleceği bizlere emanet
ediyordu. Cumhuriyet, sadece geçmişin mirası değil, bugünü ve yarını güvence altına alan bir ışık kaynağıdır. Cumhuriyet'i yaşatmak, ona sahip çıkmak ve onu korumak bizlere düşen en kutsal görevdir. Çünkü unutulmamalıdır ki, Cumhuriyet yalnızca ilan edilmedi; bağımsızlığın bedeli kanla ödendi ve bu millet asla boyun eğmedi.
Hepimizin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.
Acıyı Kovalama
Geçenlerde sosyal medyada güzel bir benzetmeyle karşılaştım. Yılan tarafından ısırıldığınızı hayal edin; zehirden kurtulmak yerine yılanı kovalayıp neden ısırıldığınızı bulmaya çalışmanız ya da yılanın aslında sizi ısırmayı hak etmediğinizi ispatlamaya uğraşmanız ne kadar mantıklı, diye soruyordu. Düşündüm ve bu benzetmeyi çok beğendim. Budist öğretilerde de öfkenin veya intikam arzusunun bireye zarar verdiği anlatılır. Acı ya da zarar gördüğümüzde bunu neden yaşadığımızı veya kimin suçlu olduğunu sorgulamaya başlarız. Yaralarımızı iyileştirmek ve kendimizi toparlamak yerine, bizi üzen kişiye veya olaya yoğunlaşırız. İçgüdüsel olarak bu acının kaynağını anlamaya yöneliriz. "Neden böyle oldu" ya da "Bu bana nasıl yapılır" gibi sorular zihnimizde dönüp durur. Bu soruların cevabını bulmayı, adeta yaralarımızı sarmanın bir yolu olarak görürüz. Ancak bu süreçte, kendimizi iyileştirmekten uzaklaşır ve acımıza odaklanarak kendi içsel gücümüzü unutmuş oluruz. Diyelim ki bir ilişkiniz sona erdi. Acıdan kurtulmak ve devam etmek yerine, eski partnerinizin neden ayrıldığını anlamaya çalışıyor, her sözüne veya davranışına anlam yüklemeye uğraşıyorsunuz. Bu süreçte kendinizi iyileştirmeye odaklanmak yerine, eski partnerin davranışlarının nedenini düşünüp durarak acıyı canlı tutuyorsunuz. Oysa sürekli neden böyle davrandığını anlamaya çalışmak ya da karşınızdakinin bu ihaneti hak etmeyecek biri olduğunuzu fark etmesini beklemek, içten içe sizi daha çok yaralar. Bu durumu olduğu gibi kabul edip, kendinizi iyileştirmeye odaklanmak ise gerçek şifayı getirir. Kendimize odaklandığımızda, yaşadığımız acının kaynağını değil, onun bize kattığı farkındalığı keşfederiz.