Aynı masada çay içebilmek
Toplum olarak en önemli vasfımızı yitirmiş durumdayız: Hoşgörü. Eskiden "Türk halkı çok hoşgörülüdür" derlerdi Şimdi bir trafiğe çıkın, görün! Adeta herkes birbirini parçalayacak gibi!
Bir alışveriş merkezine gidin, insanların birbirlerine nasıl davrandığına bir bakın.
Televizyon programlarında insanların birbirlerine nasıl baktıklarına, nasıl konuştuklarına, birbirlerine nasıl hitap ettiklerine dikkat edin! Her yerde bir öfke, bir nefret, bir benlik kavgası
İnsanlar artık karşısındakinin ne anlatmaya çalıştığını, ne söylediğini bile dinlemiyor.
Herkes önce kendini anlatma derdinde. "Ben böyle biriyim!" ya da "Ben öyle biri değilim!" gibi cümleler günümüzün en sık duyulan ifadeleri hâline geldi. Bütün cümleler "Ben" ile başlıyor. Bir kimlik savaşı, bir ego yarışı...
Biz birbirini sevmeyi unutmuş, hoşgörüsüz bir topluma dönüşmüşüz. Bunun farkındayız ama sebeplerini kabullenmekte zorlanıyoruz.
Aslında hoşnutsuz olduğumuz, sevmediğimiz kişiler değil; kendimiziz. Kendimizi sevmediğimiz için başkalarını da sevemiyoruz. Çünkü başkalarında, aslında kendimizde beğenmediğimiz yönleri görüp öfkeleniyoruz.
Bazen de olmasını isteyip de cesaret edemediğimiz şeyleri ya da olmak isteyip de bir türlü olamadığımız kişilikleri gördüğümüzde, kıskanıyoruz. Ve işte bu yüzden sevmiyoruz başkalarını. Oysa önemli olan, aynı masada oturup birlikte bir çay içebilmektir. "Ben şekerli içiyorum, sen de öyle içeceksin!" diyerek oturulmaz o masaya...
Ya da çayı şekerli içen herkesi hain ilan edip, herkesi şekersiz içmeye zorlayarak olmaz bu iş! Birbirinin üstüne çay dökerek de bir yere varılmaz! Herkes dilediği gibi içmeli çayını...
Kimi açık, kimi demli Kimi şekerli, kimi şekersiz Yeter ki aynı sofrada huzurla oturmayı başaralım.
Kusurların İçindeki Güzellik
Kimileri az eşya sever, minimalisttir. Bir koltuk bir sehpa yeter. Ben böyle evlere gittiğim zaman ne kendimi ne de orada yaşayanları mekâna aitmiş gibi hissetmiyorum. Bana göre ev dediğin tablolarla, biblolarla süslenmiş olmalı. Halılarla giydirilmiş olmalı. Baktığın zaman yaşanmışlığı hissetmeli, oradaki hayatın kokusunu içine çekebilmelisin.
Antika eşyalara bayılırım. Anneannemden, teyzemden kalanları, içinde sakladıkları anıları, yaşanmışlıkları ve kendilerine ait ruhlarıyla saklamak belki de aidiyet hissi yaratıyor bende.
Bazılarına çok kalabalık ve yorucu gelebilir ama sevdiğim eşyaları bir arada görmek benim ruhuma iyi geliyor. İşte bu çok sevdiğim, özenle seçtiğim ve sakladığım nesneler kırıldığında çok üzülüyorum. Hemen atamıyorum onları. Sanki biraz beklersem bir yolunu bulur, düzeltebilirim gibi geliyor. İlk etapta ayrılmayı kabullenemiyorum.
Bazı arkadaşlarım kırık şeylerin iyi enerji vermediğini ve hemen onlardan kurtulmam gerektiğini söylüyorlar. Bugüne kadar istemeden de olsa kırılmış, çatlamış birçok şeyi attım.
Oysa geçen gün okuduğum bir makalede aradığım şeyi buldum: Kintsugi. Kintsugi