En son kim size içten bir şekilde "nasılsın" diye sordu mesela. Basit gibi görünen, üç hece sekiz harften oluşan 'nasılsın'; bir dağın ağırlığını taşıyacak kadar hassas bir kelime aslında. Günde onlarca yalandan "nasılsın" sorusuna yalandan "iyiyim, sen nasılsın" yanıtını vermiyor muyuz
Oysa senin, benim, bizim beklediğimiz öyle geçerken sıradan edilen bir laf değil, gözlerinin içine bakarak, sesin titreyişini fark ederek bir "nasılsın". Herkes sorar gibi yapar ama çok azı cevabını gerçekten duymak ister. Belki yorgun bir beden içinde hiç susmayan bir kafa ile fırtınalar kopsa yıkılmazsınız ama başınızı okşasalar oturup saatlerce ağlarsınız. Gırtlağa kadar dolup hiç kimseye bir şey anlatamamanın verdiği hissi yaşarsınız kendi kendinize. Çünkü hata hep sizdedir, siz herkesi her şeye razı olduğunuza alıştırmışsınızdır.
Bir araba dolusu adamdan dayak yemiş gibi hissettiren cümlelere ev sahipliği yapar, kırıldınız diye suçlu olur, her şeyden soğuyup her şey yolundaymış gibi yaşarsınız. Sahi en son kim size nasılsın diye sordu, hatırlıyor musunuz, ben hatırlamıyorum.
TÜİK'in 2024 verileri de bu ruh hâlini sayılara döküyor aslında. Mutlu olduğunu söyleyenlerin oranı bir yıl içinde %52,7'den %49,6'ya düşmüş. Yani her iki kişiden biri "iyiyim" dese de, içten içe bunu hissetmiyor. Üstelik mutsuz olduğunu beyan edenlerin oranı da artıyor. Bu tablo, "nasılsın" sorusunun içinin neden bu kadar boşaldığını istatistiksel olarak da ortaya koyuyor.
HERKES YANGIN YERİNDE, KİMSE HORTUMU TUTMUYOR
Değişen ekonomik ve kültürel yapılarımız bizleri sadece fiziksel değil derin psikolojik düzlemde de giderek zorluyor. Modern yaşamın getirdiği rekabete dayalı tempo ve sürekli var olma baskısı insanların kendi aralarında en temel insani temas olan "nasılsın" demeyi dahi yüzeysel bir nezaket kalıbına indirgiyor. İçinde bulunduğumuz sosyolojik zemin öyle bir hale geldi ki artık kimse fazladan yük taşıyacak bir yükün altında kendini bulmak istemiyor. Herkes kendi yangınıyla baş başa olduğu için kimse kimsenin yalnızlığına omuz vermeye yanaşmıyor, yanaşamıyor. Ama aslında şairin dediği gibi eylüldü, savruluşumuz ondandı, mevsim değildi yalnızlıktı içimizi kurutan.
Anlam yükledikçe altında ezilmeler sokaklarda değil kendi zihnimizde kaybolmanın önünü açıyor. Yorgunluk bedenin ötesinde ruha işliyor ve çoğu insan "her şey yolundaymış gibi" yaşamanın çaresizliğinde kendine yabancılaşırken, aklının gürültüsüne teslim olmuşken buluyor kendini. TÜİK verilerinde kadınların yaşam memnuniyeti erkeklere göre daha yüksek çıkıyor gibi görünse de (%52,3'e karşı %46,9), bu fark aslında toplumsal rollerin dayattığı görünmez duvarlarla ilgili. Kadınlara yüklenen "fedakârlık" rolü bir tür sahte tatmin oluştururken, erkeklere yüklenen "güçlü olma" zorunluluğu mutsuzluklarını daha da derinleştiriyor. Yani rakamların arkasında, rollerin ağırlığı yatıyor.
Kültürel genetik itibariyle içeriden sessizce çürüyen bir toplumun parçaları olduğumuzu her defasında hissediyoruz. Kimimiz güçlü görünmek zorunda bırakılmış, kimimiz duygularını bastırmış, kimimiz ise kendi sesini duymaktan vazgeçmiş bireyler olarak yola devam ediyoruz. İçine doğduğumuz düzenin bize dayattığı davranış biçimlerini içselleştirip, gerçek duygularımızın toplumsal sistemin kaldıramayacağı ağırlıklar olduğuna inanıyoruz. Erkeğin güçlü, kadının fedakâr, gencin dinamik, yaşlının sessiz olmak zorunda olduğu bu habitatın içinde rollerimiz tek tipleşiyor, başarı hikayelerimizin içi boşalıyor, kalabalıklar içerisinde yalnız bireyler haline geliyoruz.
"İYİYİM" DEMEK BEDAVA, AMA HİSSETMEK ÇOK PAHALI
Yüksek faiz, yüksek enflasyon, güvencesiz iş yaşamı özellikle genç nesillerde yalnızca ekonomik değil aynı zamanda varoluşsal kaygıyı da beraberinde getiriyor. İçinde bulunduğumuz esnek kapitalist sistem bizi sürekli değişime hazır, yorgun ama sessiz bir emir erine dönüştürüyor. Öyle ki duygunu yerini performans alıyor, nasılsın sorusunun cevabını almanın giderek maliyeti artıyor. Hal böyle olunca içinde bulunduğumuz duygu durumu da metalaştırılmış oluyor. Geleneksel medyasından sosyal medyasına tüm sistemler bize nasıl hissedeceğimizi, nasıl gülümseyeceğimizi, neye üzüleceğimizi pazarlıyor. İyiyim demenin bir refleks haline geldiği içi boş bu dış görünüş odaklı kültür tüm yetilerimizi kaybetmemize yol açıyor. Acı, yalnızlık, özlem kimsenin duymaya hazır olmadığı, konuşmaya cesaret edemediği duygu parçacıklarına dönüşüyor. "Kimseler anlamamış seni, ruhunu küstürmüşler" söylemi giderek toplumsal bir hakikati inşa ediyor.