Merkezin papatya falı: Seviyor... Sevmiyor...

Türkiye ekonomisi son yıllarda politik konjonktürle iç içe geçmiş bir görünüm sergilemeyi sürdürüyor. Özellikle son dönemdeki faiz uygulamaları, enflasyonla mücadele aracı olmanın ötesine geçerek, piyasa aktörlerinin güven algısını doğrudan şekillendiren birer siyasi sinyal mekanizmasına dönüşmüş durumda. Bu çerçevede, Merkez Bankasının uyguladığı faiz politikalarının reel ekonomi üzerindeki etkileri çok boyutlu bir görünüm sergiliyor. Enflasyon–faiz dengesi kâğıt üzerinde pozitif reel faiz gösterse de, piyasa faizlerinin yüksek seyri vatandaş ve sanayici için hâlâ aleyhe işleyen bir tablo inşa ediyor. Bunun yanında muhalefetin içerisinde bulunduğu rüşvet çarkının ekonomik kararlar üzerindeki etkisi, para politikasını enflasyonla mücadele aracından çıkarıp siyasal gündemin bir uzantısı hâline getiriyor. Uluslararası kuruluşların yönlendirici müdahaleleri ise politika alanını daraltarak iç dinamiklere uygun karar alma kapasitesini sınırlıyor. Ve geçmişte yapılan ani faiz artırımlarının telafisi olarak gündeme gelen indirimlerin gecikmesi veya yetersiz kalması, piyasada oluşan güven açığını kapatmaya yetmiyor ve beklenti yönetimini daha da zorlaştırıyor. Yerel seçimler öncesinde gerçekleştirilen yersiz 500 baz puanlık faiz artırımının ve ana muhalefetin iç hesaplaşmalarının bir yansıması olarak ortaya çıkan 350 baz puanlık ek artışın telafisi artık piyasa tarafından bekleniyor.

MAKAS KESMİYOR

TCMB verilerine göre Eylül 2025 itibarıyla politika faizi %40,5, enflasyon ise %32,95 seviyesinde. Enflasyonda gelinen seviyenin vatandaşın ve işletmelerin hayatına yansıması artık sabırsızlıkla bekleniyor. Yansımanın süreci geciktikçe ya da ertelendikçe belirsizlik bulutları ister istemez artıyor. Rakamlara bakıldığında faiz–enflasyon makası kapanmaya doğru ilerlese de reel sektörde ve vatandaşın hayatında bu makas açılmaya devam ediyor. Bu da ekonomide fiyat istikrarı sağlansa bile finansal istikrarın aynı ölçüde desteklenemediğini ortaya net bir şekilde koyuyor.

2024 yılı yerel seçim süreci öncesinde yapılan 500 baz puan ve İmamoğlu davası sonrası gerçekleşen 350 baz puan hatırlayalım beraberinde ciddi bir parasal sıkılaşmayı getirdi. Bu adımlar resmi söylemde "enflasyonla mücadele" gerekçesiyle açıklansa da, piyasa aktörleri tarafından daha çok siyasi kaygılarla atılmış ani refleksler olarak algılandı. Dolayısıyla Merkez'in bize 850 baz puanlık bir borcu var; bunu ödemek için de üç taksit imkânı bulunuyor. Bu ay gerçekleşen 250 baz puanlık indirim, kalan iki toplantı için beklentileri artırıyor.

Merkezin güçlü indirim patika ve motivasyonuna girme emareleri sonrası uluslararası kuruluşların öne sürdüğü reçeteler teknik analizden çok politik çerçevelerle şekillenen dayatmalar hâline geliyor. Küresel normlara uyum sağlamak, otomatik olarak bu telkinlere itaat etmek anlamına gelmemeli. Türkiye'nin ihtiyacı olan, dışarıdan gelen sınırlı replikleri ezberlemek değil; içeride ekonomiye nefes aldıracak bağımsız, rasyonel ve bütüncül bir senaryo yazmak. Aksi hâlde ekonomi, seyircisiz oynanan bir tiyatroya dönüyor; kararlar sahnede alınsa da reel sektör kuliste bekleyen figüran konumuna düşüyor. Bu nedenle uluslararası kuruluşların sınırlı indirim tavsiyeleri, reel ekonomide nefes darlığı çeken sanayiciye ve geçim derdi yaşayan vatandaşa çare olmuyor. Sanayici üretim maliyetlerini finanse edemiyor, vatandaş ise temel ihtiyaçlarını borçla karşılamaya çalışırken daha da yüksek faiz yüküyle karşı karşıya kalıyor. Faiz indirimiyle beklenen rahatlama, bankaların uyguladığı yüksek kredi faizleri ve kredi büyüme kısıtları nedeniyle reel ekonomiye ulaşamıyor. Bu kopukluk, yalnızca teknik bir sorun değil, aynı zamanda ekonomi yönetimine duyulan güvenin zedelendiği bir kırılma noktasına işaret ediyor. Bu koşullarda "faiz indirimi" değil, ancak "faiz illüzyonu" merkezin davranışsal bütününü yansıtıyor.