En kötüsü geride kaldı

TÜİK'in Ekim 2025 verilerine göre yıllık tüketici enflasyonu %32,87, aylık artış ise %2,55 oldu. Kâğıt üzerindeki bu düşüş ve revize edile edile bir hal olan enflasyon tahmini, iki buçuk yılın ardından bir "başarı hikâyesi" olarak sunuluyor. Ancak tabloya yakından bakıldığında, bu gerilemenin yapısal bir iyileşmeden değil, yüksek faizli bir durgunluk denemesinden kaynaklandığı görülüyor. Enflasyonun görünürde gerilemesi, üretimin, yatırımın ve tüketimin aynı anda yavaşladığı bir döneme denk geliyor. Ayrıca fiyat istikrarı sağlanmadan, tahminlerini sürekli yukarı yönlü revize eden bir ekonomi politikasında, beklenen enflasyona göre yapılan maaş artışları, ücretlilerin reel hayatta yediği darbenin şiddetini artırıyor.

Bugün fiyatlama davranışlarını belirleyen unsur ne arz yönlü baskılar, ne talep patlaması ne de beklentilerdeki bozulmadır; zira beklentiler bile artık ikincil hale gelmiş durumda. Enflasyonun asıl kaynağı, bizzat uygulanan ekonomi programının kendisidir. Akaryakıt fiyatlarının 60 lirayı bulduğu, enflasyonun ana kaynağı dövizin önünde herhangi bir caydırıcı önlemin bulunmadığı bir habitatta dezenflasyon programının işlerliğinden bahsetmek biraz ayıp oluyor ama neyse.

Fiyat istikrarı sağlama iddiası ile yola çıkılan yüksek faiz, kredi kısıtlamaları, bütçe disiplini üçgeni 30 ayın sonunda üretim ve yatırım motivasyonunun törpülenmesi ve maliyetlerin kalıcı hale gelmesi sonucunu doğurdu. Geleceğe dair birikim inancı kaybolan vatandaş günü kurtarmaya, sermaye ise üretimden çekilip yüksek faizin derin sularına kulaç atmaya yöneldi. Ez cümle, ekonominin dinamizmi göstere göstere tüm yan etkilere rağmen faiz koridorunun içinde hapsoldu.

Artım kabul edelim ki bugün enflasyon artık fiyatların değil, politik ısrarın yan etkisi haline gelmiştir.

Uygulanan yüksek faiz politikası, talebi değil; ekonominin nefesini kısmıştır. Üretim bantları çalışıyor gibi görünse de, aslında bir tür ekonomik karantina uygulanmaktadır. Ateş düşmüştür ama hasta hâlâ yatağından kalkamamaktadır. Çünkü tedavi için kullanılan ilaç metabolizmayı zayıflatmış durumda. Türkiye ekonomisi bugün, ateşi olmayan ama direnci düşmüş bir beden gibi; istikrara benzeyen sessizlik, aslında yorgun bir metabolizmanın suskunluğundan başkasını temsil etmiyor.


REFAHIN COĞRAFİ EROZYONU

TÜİK'in 2024 yılı Hanehalkı Tüketim Harcaması (Bölgesel) sonuçları, Türkiye'de enflasyonun yalnızca fiyat artışlarıyla değil, coğrafi eşitsizlikler ve gelir dağılımı farklarıyla da derinleştiğini gösteriyor. Veriler, tüketim kalıplarının artık gelir düzeyinden çok, yaşanılan bölgenin ekonomik ekosistemi tarafından belirlendiğini ortaya koyuyor. Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye'deki toplam hanehalkı tüketim harcamalarının %24,9'u yalnızca TR10 (İstanbul) bölgesinde gerçekleşti. Bu oran, Türkiye'de harcanan her dört liranın birinin İstanbul'da el değiştirdiği anlamına geliyor.

İstanbul'u %8,3 ile TR51 (Ankara), %6,4 ile TR31 (İzmir) ve %5,9 ile TR42 (Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu, Yalova) bölgeleri izledi. Böylece dört bölge birlikte toplam tüketim harcamalarının yaklaşık yarısını (%45,5) oluşturdu. Bu tablo, ekonomik faaliyetlerin mekânsal yoğunluğunu açıkça gösteriyor. Türkiye'nin üretim ve tüketim zincirinin omurgası, artık üç büyükşehir ve çevresinden ibaret hale geliyor. Bölgesel dengeler zayıfladıkça, fiyat artışları da merkezde yoğunlaşıyor. Bu durum, yalnızca mekânsal bir eşitsizlik değil, ekonominin derin bir yapısal deformasyonuna işaret ediyor.

Gelir düzeyinin düşük olduğu bölgelerde tüketim harcamalarının büyük bölümü gıda, barınma ve ulaştırma gibi zorunlu kalemlerden oluşuyor. Nitekim Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde gıda harcamasının payı %30'a yaklaşırken, İstanbul ve Batı Marmara'da bu oran %15–20 bandında seyrediyor. Bu fark, aynı enflasyon oranının farklı hayatlara nasıl yansıdığını gösteriyor; batıda fiyat artışı "pahalı yaşam" anlamına gelirken, doğuda "azalan yaşam" anlamına geliyor.


TÜKETİM SEPETİ: BÖLGESEL FARKLARIN ANATOMİSİ