Çalışınca yoksullaşan, çalışmayınca suçlanan neslin anatomisi

Türkiye'de son yıllarda izlenen yüksek faiz politikası, ilginç bir paradoks üretmiş durumda: Faiz artışları fiyatları dizginlemek için uygulanıyor; fakat ekonomik yapının kırılganlığı, maliyet geçişkenliği ve piyasa beklentilerinin bozulmuş olması nedeniyle yüksek faiz, yüksek enflasyonu durdurmak yerine kalıcılaştıran bir mekanizmaya dönüşüyor. Enflasyon yükseldikçe gençlerin harcama sepeti de sessizce değişiyor; zorunlu giderlerin payı genişlerken yaşam kalitesini belirleyen tüm kalemlerin payı daralıyor. Özellikle metropollerde yaşayan gençler için bu durum artık basit bir geçim sıkıntısından daha fazlasına işaret ediyor. Bugün yoksulluk ile yoksunluk arasındaki ince çizgiye sıkışmış yeni bir gençlik sınıfı oluşuyor.

ÜÇLÜ KAPANYüksek faizin tetiklediği bu yüksek enflasyon, gençlerin yaşamını üç temel alanda baskılıyor. Birincisi, barınma. Artık büyükşehirlerde kira ödemek gençler için bir hedef değil, bir imkânsızlığı temsil eder hale gelmiş durumda. İkincisi, ulaşım. Ulaşım giderlerinin toplam harcamalar içindeki payı sürekli yükseliyor; toplu taşıma bile gençlerin bütçesinde ciddi bir kalem hâline geliyor. Üçüncüsü, gıda. En temel ihtiyaç olan beslenme bile giderek pahalılaştığı için gençler doymak ile beslenmek arasındaki farkı çok net hisseder hâle geliyor. Harcama sepetindeki bu değişim, gençleri "çalışsa da geçinemeyenler" sınıfına itiyor. Gençler artık iş bulduklarında bile ekonomik bağımsızlıklarını elde edemiyor; çünkü gelirlerinin büyük bir kısmı kira, gıda ve ulaşıma gidiyor. Yaşamın temel giderlerinin genişlediği bir ekonomide, eğitim, kültür, sosyalleşme, teknoloji erişimi gibi yaşam kalitesini belirleyen tüm alanlar harcama sepetinden giderek dışlanıyor. Böylece gençler için "geçim" ile "hayat" arasındaki fark kapanıyor. Bugün çalışmak hayatta kalmayı sağlasa da yaşamayı neredeyse mümkün kılmıyor. Bu döngü, gençleri yalnızca yoksullaştırmıyor; aynı zamanda yoksunlaştırıyor. Gençler, "çalışmakla bir yere varılamayacağı" düşüncesine sıkıştıkça, gelecek tasavvurları daralıyor; hedefler yerini hayatta kalma reflekslerine bırakıyor. Bu ruh hâli, toplumsal tartışmalara ise çoğu zaman yanlış yansıyor. Gençler ekonomik gerçeklik nedeniyle hayata geç başlayınca, toplumun bazı kesimleri bunu "isteksizlik" ya da "tembellik" olarak okuyor. Bugünün gençleri tembel ya da isteksiz oldukları için değil, ekonomik düzenin onları bu noktaya ittiği için yoksulluk ile yoksunluk arasında sıkışıyor. Ve bu sıkışma, bir kuşağın hayata geç başlaması değil; bir kuşağın hayata hiç başlayamama riskini karşımıza çıkarıyor.BECERİ ÇAĞINDA BECERİKSİZ KALMAKMeseleyi yalnızca ekonomik gerekçelere indirgemek, nitelik ve beceri uyumsuzluğunun yarattığı dramatik gerçekliği görmezden gelme riskini de doğuruyor. Zira ekonomik sıkışmayı daha da derinleştiren bu uyumsuzluk, eğitim sistemi ile iş piyasası arasındaki yıllardır kapanmayan uçurumda en çıplak hâliyle ortaya çıkıyor. Üniversite mezunlarının bile istihdam dışında kalması, diplomalı işsizliğin kronikleşmesi bu uyumsuzluğun en görünür hâli olarak dikkat çekiyor. Nitel görüşmelerde gençlerin en sık dile getirdiği paradoks şu cümlede özetleniyor: "Tecrübe yok diye almıyorlar; ama tecrübeyi de iş vermeden kazanamıyorum." Bu kısır döngü, yükseköğretimin iş gücü piyasasına uyumsuzluğunu en somut ve en görünür şekilde ortaya koyuyor.