Yorum ve usule uygunluk

Düşünce ve bilim geleneklerinde bir görüş veya yorumun meşru kabul edilebilmesi için hangi alanda ileri sürülüyorsa o alanda usule uygunluğunun gösterilmesi yahut araştırma alanında kullanılan usulün sınırlılık ve yetersiz-liklerinin açıklanabilmesi gerekir. İlahiyat sahasıyla ilgililerin bileceği üzere usul kelimesi, temelde iki anlamda kullanılır. Birincisi, bir alanla ilgili küllî kurallar, ikincisi ise bir alanda bilgiye ulaşmayı mümkün kılan yöntemdir. Bir görüş veya yorumun meşru olması için her ikisi anlamıyla da usule uygun olması gerekir. Bazen yöntemin şekil şartları karşılanıyor göründüğü halde ilgili alanı kuran külli ilkelerle uyumsuzluk görüş veya yorumun reddedilmesine yol açabilir. Bazen küllî ilkelerle uyumlu görünmesine rağmen yöntemin gereklerini karşılayamamak redde gerekçe olabilir. Özellikle büyük anlatıları temsil eden metafizik öğretilerde her iki uyumun da oldukça dakik bir şekilde gösterilmesi gerekir. Şayet bir görüş veya yorumun kabul görmüş yöntemlerle uyumlu olmamasına rağmen küllî ilkelerle uyumlu olduğunda ısrar ediliyorsa bu durumda iddia sahiplerinin yöntemin bilinen haliyle yeterli olmadığını, genişleme ve dakikleşmeye ihtiyacı olduğunu göstermeleri gerekir. Yine de ileri sürülen görüş veya yorum, muhataplar tarafından kabul edilmeyebilir ama iddia sahipleri kendi maksatlarına ulaşmak için meşru şartları oluşturmuş olurlar. Görüş veya yorumun asıllarla uyumu bir kez gösterildikten sonra da yeni bir meşru yoruma ulaşılmış olur. Bu durumun İslam düşünce tarihinde muhtelif alanlarda pek çok örneği vardır. Burada çarpıcı bir örneğini vereceğim.

Bizim düşünce geleneğimizin temel metinlerinden biri, Ömer Nesefî'nin Akâid metnidir. Akâid-i Nesefiyye adıyla bilinir. İki üç sayfalık bu metnin temel özelliği, Hanefî-Mâtürîdî geleneğin inanç esaslarını olabildiğince özlü ve geleneğe mensup olanların tamamının kabulüne şayan olacak şekilde ifade etmesidir. Dolayısıyla bu metni, Mâtürîdîlik ile Eşarîlik arasındaki birkaç farkı göz ardı ettiğimizde Ehl-i Sünnet geleneğine, söz konusu farklılıkları ayrıştırıcı unsurlar olarak değerlendirdiğimizde Ehl-i Sünnetin Hanefî kanadına ait akidelerin en yaygın ifadesi olarak değerlendirebiliriz. Yüzyıllarca camilerde bu metnin dile getirdiği akideler öğretilmiştir ve metin üzerine onlarca şerh ve haşiye yazılmıştır. Hala camilerimizdeki yaz kurslarında veya çeşitli vesilelerle açılan kurslarda Nesefî Akâid'inde ifade edilen akideler bütünü öğretilmektedir. Belki bazı kısımlarının bugünün insanına hitap etmediği düşünülerek hazfedildiği söylenebilir ama esas itibariyle temel inançlarımız bu metinde dile getirildiği haliyle öğretiliyor.

Bu metnin hem dile getirdiği külli esaslarla uyumlu hem de genel olarak İslam dünyasında metafizik geleneklerin yöntemleriyle uyumlu iki tür şerhi olduğu söylenebilir. Birincisi, meşhur âlim Sadeddin et-Teftâzânî'nin (ö. 1390) Şerhu'l-Akâid isimli eseridir. Yüzyıllar boyunca medreselerde Saadeddin et-Teftâzânî'nin Şerhu'l-Akâid'i okutulmuştur ve hala medrese benzeri öğretim sistemlerinde orta seviyeli kelam metni olarak bu kitap yaygın bir şekilde kullanıl-maktadır. Bu şerhin temel özelliği, Akâid metnini genelde kelam geleneklerinin özelde Mâtürîdî kelam geleneğinin temel görüşleri istikametinde yorumlamasıdır.

Fakat İslam düşünce geleneğinde Akâid-i Nesefîyye'nin tek yorumu Teftâzânî'ye ait olmadığı gibi metin sadece kelam geleneklerinin temel öğretileriyle de yorumlanmamıştır. Vahdet-i vücûd geleneğine mensup iki önemli şahıs da Akâid'e şerh yazmıştır: Karabaş Veli (ö. 1686) ve Muhammed Nuru'l-Arabî (ö. 1888). Muhammed Nuru'l-Arabî daha uzlaşmacı bir tavır takınıp kelam geleneğinin temel öğretileri ile vahdet-i vücudcu sûfîlerin görüşlerini aynı ilkenin farklı mertebelerdeki ifadeleri olarak değerlendirir. Karabaş Veli ise daha keskin bir tavra sahiptir, yorum hakkını uzlaşmaktan yana kullanmaz ve yeri geldiğinde kelam ve fıkıh geleneğinin hâkim görüşlerini eleştirmekten geri durmaz.