Düşünce tarihi çok ilginç olgulara tanıklık eder. Bir zamanlar "herkesin" karşı çıktığı görüşler bir dönem gelir yaygın kabullere dönüşebilir. Yahut bir zamanlar "herkesin" benimsediği görüşler bir dönem gelir kimse tarafından kabul edilmez hale gelir. Özellikle kuruluş veya dönüşüm dönemlerinde ya henüz bir gelenek oluşmadığından ya da gelenekler etkisini kaybedip çözülmeye maruz kaldığından neredeyse her meselede farklı veya zıt görüşler ileri sürülür.
İslam'da düşüncenin tarihi özellikle kuruluş döneminde yani Hicrî ilk iki asırda birinci kabilden büyük değişimlere şahitlik etmektedir. Bu dönemde her ne kadar ilim halkaları oluşmuş olsa da her bölgede hatta büyük şehirlerin her mahallesinde müçtehit fakihlere, mütekellimlere, muhaddislere vb. rastlamak mümkündür. Hicrî ikinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir takım görüş ve tavırlar öne çıkıp diğerlerini başlangıçta gölgede bırakacak ve süreç içinde tamamen unutturacak şekilde gelenekleşmeye başlamıştır. Mesela ilk iki asırda pek çok müçtehit fakih bulunmasına rağmen dört mezhep imamının görüşleri öne çıkmış ve diğer müçtehitlerin görüşleri artık kitaplarda ilgili yerlerde zikredilegelmiştir. Bazen gelenekleşip büyük bir ekole dönüşen görüşler birkaç yüzyıl sonra tamamen unutulmuştur. Mesela Hicrî ilk üç asırda Mutezile mezhebi o denli şöhretliydi ki Fahreddin er-Râzî sonrasında neredeyse taraftarı hiç kalmayan -tek tük Mutezile olduğu söylenen şahıslara Milâdî on dördüncü yüzyıla kadar rastlanmaktadır- bir mezhebe dönüşeceği muhtemelen o dönemlerde önde gelen hiçbir Mutezile imamının aklına gelmemiştir.
İslam'ın kuruluş dönemlerine benzer bir durum, son iki asırda da yaşanmaktadır. Tam bir dönüşüm dönemindeyiz. Hepimizin çok iyi bildiği üzere on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl, önceki yüzyıllarda ortaya çıkıp gelişen ve yerleşik bir tavır haline gelen uzlaşıların önemli ölçüde çözüldüğü bir döneme tekabül ediyor. Her ne kadar Batı düşüncesinden aktarılan görüş ve tavırların çok etkili olduğu bir döneme girdiysek de çözülen uzlaşıların yerini aslında belli bir düşünce geleneği henüz alamadı yahut düşüncenin yeni sorunlarına tutarlı ve ikna edici bir açıklama getiren yeni ekoller ortaya çıkmadı. Bu süreç de hala devam ediyor.
Hem kuruluş hem dönüşüm dönemlerinde çoğunlukla eskiye nispetle yeniye yahut yeniye nispetle eskiye düşmanlık zuhur eder ve bir eski-yeni tartışması başlar. Kuruluş dönemlerinde şayet kurucu metinler varsa eski-yeni tartışması kendisini kaynaklara uygunluk-aykırılık ikiliğinde gösterir; kurucu metinler yoksa eski kendisini alışılagelmiş kabuller olarak gösterir. Dönüşüm dönemlerinde ise eski-yeni ikiliği kendisini eleştirilen ve çözülmeye maruz kalan gelenekler ile yeni fikir ve uygulamalar şeklinde gösterir. Ortaya çıkan görüşlerin kaynaklara nispetle sorgulanması özellikle İslam'ın erken döneminde yaşandı. Antikler-modernler tartışması bilhassa on yedinci yüzyılda modern Batı düşüncesinin oluşum sürecinde yaşandı. Yine İslam dünyasında geleneksel inşaların çözülmeye başladığı on dokuzuncu yüzyılda da benzer bir eski-yeni tartışması yaşandı.
Başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere on dokuzuncu yüzyıl İslam dünyasında başlayan eski-yeni tartışmaları, neredeyse tüm sıcaklığını koruyarak devam ediyor. Gerçi eski adına yeniyi eleştirme epeyce modası geçmiş bir tavra dönüştü. Artık gelenekten hareketle moderne eleştiri yönetenler yoğurdu üfleyerek yeme ihtiyacı hissediyorlar. Fakat eğitim sistemimiz hala yeni adına eskiye düşmanlık yapmayı paye zanneden eğitimli insan tipi üretmeyi başarıyor. İslam düşünce geleneğinin çok meşhur düşünürlerinin bırakın eserlerini okumayı adını bilmeyen pek çok insan, birikimsizliğini bir avantaj gibi görerek İslam'ın klasik dönemini eleştirmekle kalmayıp tahkir edebiliyor. Dahası, bu durum dile getirildiğinde herhangi utanç duygusu da yaşamıyor.