Vahdet-i vücûd hakkında son bir meseleye değinip bu yazı dizisini sonlandıracağım. Özellikle vücûdun Hak'tan ibaret olup tüm mevcutların Hakk'ın nispetleri olduğu ilkesinin kısa veya uzun bir anlatısını ilk kez dinleyen herkesin zihninde "Öyleyse iyi ve kötü birbirine karışır", "O zaman şerî yüküm-lülükler ne olacak" gibi itirazlar oluşur. Hatta bütün dönemlerin en büyük kelamcılarından biri olmasına rağmen Teftâzânî bile Şerhu'l-Makâsıd'da vahdet-i vücûdu "pisliklerin (kazurât) Allah'a nispet edilmesini gerektirir" şeklinde eleştirir. Bu, vahdet-i vücûdun değer sorunuyla yüz yüz kaldığı anlamına gelir.
Aslında bu eleştirinin vahdet-i vücûd açısından oldukça basit bir cevabı vardır. Var oluşa gelen her şey ister iyi ister kötü olmakla niteleyelim Hakk'ın nispetlerinden, şe'nlerinden ve fiillerinden ibarettir. Bir şeyin Hakk'ın nispeti olması, nihai tahlilde onun bir var oluş durumu olduğunu ve sırf bu açıdan iyi olmakla nitelenebileceği anlamına gelir. Özü itibariyle Ehl-i sünnet kelam okullarıyla tamamen aynı düşünceyi dile getirir. Çünkü Mâtürîdî ve Eşarî mezhepleri de insan fiilleri de dâhil oluşa gelen her şeyin hakikatte Allah'ın fiili olduğunu kabul eder. Diğer nesnelerin varlığı ve hallerinin ilâhî fiil olduğunda zaten tartışma yoktur ama insanın irâdî fiilleri de ilâhî fiil kapsamına girer. Genel olarak kelam ilminin teknikleri açısından düşünüldüğünde irâdî fiillerimizin Allah'a nispeti değil, bize nispeti temellendirilmeye muhtaçtır. Zaten kelam tarihinde farklı kelam mezheplerinin ortaya çıkmasında etkili olan birkaç âmilden biri bu soruna getirdikleri çözümdür. Dolayısıyla İbnü'l-Arabî'nin yaratılan her şeyi Hakk'ın nispeti, şe'ni, tecellisi veya fiili kabul etmesi genelde kelam mezheplerinin özelde Ehl-i sünnet kelâmının duyarlılığıyla uyumludur. Fark, geçen yazıda da belirttiğim gibi ilâhî fiilin Hakk'ın varlığının doğrudan bir nispeti olup olmamasında ortaya çıkmaktadır. Fiillerin Hakk'a nispeti eşit olduğuna göre İbnü'l-Arabî'ye yapılacak itirazların tamamı bilhassa Ehl-i sünnet kelam mezheplerine de yöneltilebilir. Zaten tarihsel olarak aynı eleştirilerle öncelikle Eşarîlik, sonra da Mâtürîdîlik yüz yüze kalmıştır. Ehl-i sünnet kelamcıları bu itirazlara cevap vermişlerdir. Ama bizim konumuz şimdi bu cevaplar değil, vahdet-i vücûdcuların değer sorununu nasıl çözdüğüdür.
Vahdet-i vücûdda değer anlayışı tamamen bir nesnede zuhur eden ilâhî isimlerin kabiliyetlerine bağlıdır. Bu bağlamda insan, tüm ilâhî isimlerin zuhur ettiği mazhardır. İlâhî isimlerin tamamının zuhur ettiği varlık olmanın pek çok sonucu vardır ama bizim buradaki konumuz bakımından iki önemli sonucu vardır. Birincisi, ilâhî kudretin fiil türlerinin tamamının insanda görülebilmesidir. Allah'ın bildiğimiz isimlerinin tamamının etkileri insanda görülür. Bu etkiler, ilâhî varlığın nispetleri olması bakımından tabii ki kötü olmakla nitelenemez. Aklınıza gelen bütün iyi ve kötü durumlar için bu hüküm geçerlidir. İkincisi ise şudur: İlâhî fiillerin tamamının insanda zuhur etmesi, insanın kabiliyetlerini sonsuza taşır ve onu Hakk'a en yakın mevcut olabilecek bir mertebeye yerleştirir. Evet, insanda aklımıza gelecek en melanet fiilleri yapabilecek kabiliyet vardır ama insan aynı zamanda metafizikçi filozofların ve muhakkik sûfîlerin tabiriyle ilâhî bir mevcut haline gelme yahut Kurân'daki ifadesiyle rabbânîleşme kabiliyetine de sahiptir. İşte değerleri tayin eden bu ilâhîleşme veya rabbânîleşme kabiliyetidir. Genel bir kural olarak bu kabiliyeti tahakkuk ettirmeye vesile olan düşünce ve uygulamalar iyi iken bunlara engel olan düşünce ve uygulamalar kötüdür. Hz. Peygamber'in (sav) tebliğ ettiği şeriat ve sünnet-i seniyye de iyi ve kötüyü kural olarak ifade eder.

3