Din, bildiğimiz insanlık tarihiyle yaşıt. Dinsiz herhangi bir topluluk yok. İster inanın ister inanmayın insanlığın en eski tecrübesi din. Bir kimse dini reddetse bile onun insanlığın geliştirdiği en büyük kurumu olduğunu reddedemez. Zamanları, milletleri, devletleri, mekanları aşan bir tecrübe veya ilahî vazdır din. Dinin neredeyse ilgili olmadığı hiçbir şey yok. İnsanın arzuları, korkuları, umutları, büyük merakları, yaşam tecrübeleri ve her şeyiyle ilgili. Fakat dinin bir yönü var ki, bir kez farkına varıldığında bütün tasavvurlarımızı, tasdiklerimizi ve tercihlerimizi derinden etkiler. Bu, dinin insanın asli sorularına cevap veren metafizik boyutudur. Bu boyut, esas itibariyle üç sorunun cevabının içerir. (i) Var oluşun başlangıcı nedir Bu soruya cevaben din, Tanrı'nın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini anlatır. (ii) Genel olarak âlemin, özel olarak insanın anlamı nedir Bu soruya cevap olarak din, Tanrı-âlem ve Tanrı-insan ilişkisini anlatır. (iii) Ölüm ötesi bir hayat var mıdır ve varsa nasıldır Din, bu soruya cevap olarak âhireti anlatır. Bilhassa dinler arasında İslam'ın bu üç sorunun cevabında istisnai bir yeri vardır. Birinci sorunun cevabında İslam tenzih-teşbih dengesi olarak adlandırılan bir anlatım üslubu sunar. Bir yandan Allah'ın her şeyden münezzeh olduğunu, diğer yandan da Allah'ın sıfatlarının mevcutlarda ama özellikle insanda tecelli ettiğini söyler. İkinci sorunun cevabında Allah'ın mahlukata ve kula muamelesini herhalde başka bir dinde görülmeyecek kadar ayrıntılı bir şekilde tavzih eder. Üçüncü sorunun cevabı ise zaten en yetkin şekilde İslam dininde verilmiştir.
Dinin bu üç soruya cevap verme biçimi herhangi bir teoriden farklıdır. Fârâbî ve İbnü'l-Arabî'nin işaret ettiği üzere din, ancak bir filozofun kavrayabileceği ve ancak bir peygamberin müşahede edebileceği yüksek hakikatleri hayatın bütününe yayma ve sıradan insan için ulaşılabilir kılma işlevi görür. İster bir eğitim sürecinden geçmiş olsun ister nizami bir eğitim almamış olsun bütün insanları bedenlerin kök saldığı fiziksel dünyanın ötesine taşır. Bu durum, insanın hayalindeki suretler ile aklındaki anlamların vüsatını derinden etkiler. Böylece kelimeler, kendilerinden büyük bir anlamlar dünyasına işaret eden, insanı o geniş dünyaya davet eden ve o dünyayı temaşa etmesini sağlayan vasıtalara dönüşür. Dolayısıyla dinden -bizim topluluğumuzda İslam'dan- mahrumiyet sadece bir inançlar manzumesine karşı gelmek değildir, aynı zamanda dilin büyük imkânlarını yitirmek demektir.
Varmak istediğim asıl nokta şu: Osmanlının son döneminden başlayıp cumhuriyetle ivme kazanan yeni dönemde edebiyatımız peyderpey dinle irtibatını koparmıştır. Tabii ki her dönemde sanat ve edebiyatın muhtelif alanlarında dindar insanlar daima var olagelmiştir. Fakat Cumhuriyet devrimleri dinle alakayı zamanla ideolojik bir tercihe dönüştürdü ve genelde dini düşünce özelde dinî naslara atıf yapmak edebi derinlikten ziyade belirli türden bir zihniyeti ifade eder hale geldi. Bu durumun edebiyatımıza iki büyük maliyeti olmuştur.